16.07.2011

Münir Derman Hazretleri anlatıyor... (Ve le zikrullahu Ekber)

Münir Derman Hazretleri anlatıyor...
''Ne söylemiş Resulü Ekrem ona bak.
O ne yaptı ise onu yap.
Allah Kur'anda ne söylemişse onları kendi malın gibi bil.''

En büyük zikir Allah'ın kendini zatı Ahadiyyetini zikrettiği zikirdir.
Durmadan kâinat tesbihat halindedir.

İnsan da bu tesbihata devamlı olarak (hücreler, bütün organların mikroskopik kısımlarıyla birlikte) kalb ile devam etmektedir.
Bütün mahlûkat canlı cansız herşey tesbih halindedir dedik...
Atomlardan tutun da bütün vücut hücrelerinde devam eden bu tesbihatı kalb hissettiği zaman Hak'kın zikri o zaman cesedde ortaya çıkar.
(Allah'ın) demiyoruz (Hak'kın). Bu kelimeleri anlamak en güç meseledir.
Bundan dolayı Mansur (Enel Hak) diye bağırdı (Enallah) demedi.
(Ben Allah'ım) zaten kimse söyleyemez.
Söylediklerim kuru lâf değildir.
Mansur'u anlayamadılar.
Katline ferman verdiler...
Allah da bu sırrı söylemesin diye ona katlolmak nasip etti.
Başa gelecek her türlü belânın altında bir hayır vardır.
Bunu unutmayınız.
Ben söylemiyorum.
Resulü Ekrem söylüyor.
Bunu milyonda bir fark eder.
İnsan belâların altındaki hayrı tefrik edemedi mi isyana küfre kadar sürüklenir.

Bir zaman toprak üstünde iken şimdi toprak altında olanlardan toprak üstünde iken yaptıklarından bahsetme.
Onları rahmetle an...
Şimdi toprak altında iken ne yaptıklarından biliyorsan bana onlardan bir ip ucu ver.
Ona göre hareket edeyim.
Bütün bu tesbihat ve zikirlerin hepsinde hedef Allah'tır.
Zikredici Allah'tır.
Bütün zikirlerde söylenen kelimeler lâfızlar alettir.
Bunlara hulûs ile devamla, kalpte tarifi mümkün olmayan bir halet hasıl olur.
İşte asıl zikir (O) dur.
Dikkat et (budur) demiyoruz.
Söylenecek kelimeleri alet olarak kullanarak kalbin harekâtına girmek lâzımdır.
O zaman kalp bilinmeyen bir intizama girer.
Senin haberin olmayan zikre, haberli habersiz girmektir.

Ayeti kerime (ve ile başlar) ve le zikrullahu ekber'in manası "Ya Ha-bibim o zikir var ya Allah'ın zikri en büyük zikir odur."
Yoktan yaratılan kâinattaki intizam idrak hududunun dışında bile durmadan tesbih halinde atomuyla protonuyla işlemektedir.
Yıldızlar döner, gece gündüz olur.
Birbirlerinin etrafında dönerler.
Mütemadiyen bu tesbihat devam eder ki bu Allah'ın güçlerinin (Hak) olarak Allah'ı zikretmesidir. Senin kalbin de bu tesbihat içinde durmadan doğuştan son gününe kadar çalışmaktadır.
Bu senin Allah'a en yakın olmak hasebiyle Allah'ın zikrine iştirak etmeni sağlar.
O zaman (Hak) dan Allah'ın zikrine girmiş olursun.
Erirsin, ya Mansur gibi bağırır kafan vurulur veyahut denizdeki bir damla gibi denizle bir olursun.
Ne söylemiş Resulü Ekrem ona bak.
O ne yaptı ise onu yap.
Allah Kur'anda ne söylemişse onları kendi malın gibi bil.
O zaman bütün mürşitlerin, büyüklerin, gelmiş geçmiş velilerin isimleri saymakla bitmez.
Dedikleri ve öğrettikleri şeylere bu yukarıda anlatılan şekilde girmeye çalış.
Ölmeden evvel ölün Hadisinin derin manası da budur.
Dünya yüzünde iken Ahad da eriyin.
O'nun yarattığı kâinatın en kıymetli mahlûku olduğunuzu bilin.
Bu kelime lâfız ve sözlerin gizli ve açık birçok yolları vardır.
Kuru lâflar üzerinde kalma. Kendini örseleme.
En basit en aciz bir kulun söyleyeceği ve anlatacağı (Ve le zikrullahu Ekber) in manası budur.
Not:
Yukarıdaki yazı
" ALLAH DOSTU DER Kİ...YAZILMAMIŞ SIRLARIN İLKİ YAZILACAK SIRLARIN SONU 2. CİLT "
 kitabından alınmıştır.

ORUÇ'un Bedene Tesiri

Dr. Münir Derman Hazretleri anlatıyor.
İslâmların en büyük ibadetlerinden biridir ki, hiçbir veçhile içine riya giremez.
Bu ibadetledir ki, insan ruhu, maddi bağlarından muayyen bir müddet için ayrılarak manevi bir inşirah ve istirahata çekilir.
Hazret-i Resûl'e vahy olunan Kur'ân-ı Kerim'in bildirdiğine göre oruç, Allah'ın, kendisine inanan ve tapanlara bir emr-i mübarekidir.
Gün doğmadan başlayan, güneş batıncaya kadar her türlü yeme ve içmeden, telezzüz-ü şehvaniden kendisini kendi kendine men'eden oruçlu bir insanın selabet-i ruhiye ve ruhaniyesi önünde hiçbir mantık eğilmeden kendisini geri alamaz.
Orucun maddi bakımdan vücut makinasına yaptığı büyük tesiri kısaca mütalaa edersek; yiyeceksiz kalış, ilk önce açlık duygusunu uyandırır, bazen sinir bozukluğu ve nihâyet yorgunluk hissini ortaya atar.
Daha çoğu ruhi ve daha azı maddi gibi görünen bu rahatsızlıklar vücut makinasında ehemmiyetli olan birtakım gizli vücut çalışma hadiselerini tahrik eder.
Karaciğerdeki şekerler, deri altındaki tabakalar ve adaledeki yağlar, beze ve karaciğer hücrelerinde proteinler harekete geçerler.
Bütün uzuvlar, maddelerini, iç muhitin ve kâlbin tamamiyetini muhafaza için, feda ederler.
Bu suretle bir sene durmadan ve dinlenmeden çalışan insan makinası, nesiçlerini temizler ve değiştirir.
Bu değişme bir senelik yorulan ve kendisinde kimyevi birtakım maddeleri biriktiren uzviyetin insan ruhiyatı ve arzularına bağlı bazı itiyat ve isteklerini değiştirir; yerine daha taze, daha canlı, ruh ve madde çalışma sistemini husule getirir.
Hastalıklarda, hekimlerin tavsiye ettiği istirahat, hasta uzviyetinin normal vaziyetini alması için vücudun hücrelerine yeniden bir hız vermekten başka bir gayeye matuf değildir.
İnsanın farkına varmadığı uzviyetinin hücre ve nesiçlerinin bir senelik yorgunluğu, ancak oruç ile, temizlenmek ve kuvvet bulmak imkanına sahip olur.
Günün erken saatlerinden başlayarak, 12-14 saat aç duran bir uzviyetin maddi çırpınışı ile onun taşıdığı ruhun bir rahatlık deryası içinde çalkanışını, bu uzun saatlerin sona ereceği dakikalarda, duymak ve ondan ruhani bir zevk hissesi koparmak itiyad-ı diniyesine malik insanlara, ne mutlu.
12-14 saatlik bu alışkanlığın verdiği ruhani zevk tarif çerçevesine ve tavsife sığmaz...
Ruh adeta cesede küçük bir işleme kabiliyeti bağı bırakarak namütenahi kainatın ihtizazları içine karışıyor...
Fakat bu ihtizazlar ancak kamil, bilgi ve ilim peşinde koşup onun verdiği büyük kuvvetle yoğrulmuş kafa taşıyan Müslüman insanlarda kendisini hissettirir...
O halde oruç; insan ruhunun uzviyetine bir hız veren taahhüdüdür.
Kur'ân-ı Kerim'e göre:
İlâhi ve beşeri her taahhüt mukaddestir.
O halde hakiki oruçlu olan insan, mukaddes uzvi ve ruhi bir durum almış olacaktır.
Buraya kadar fertler topluluğunun emr-i İlâhi olarak yapmaları istenen büyük sıhhi ve ruhi kaideler teşrih edildi.
Bu umumi kaideler içinde fertlerin teker teker yükselme istidat ve arzusunu taşıyanlara ait öğütleri bulup çıkaracağız.
Hicret vukua gelmeden evvel Medine'de fevkalade çok sıtmalı mevcuttu.
Senede yüzlerce kişi sıtmadan ölür ve ıstırap çekerdi.
Resûl-i Ekrem Medine'yi teşriflerinde Medine'nin etrafını çok bataklık görmüş ve sıtmanın bu sulak ve pis yerden geldiğini söyleyerek bu işe önayak olarak bir defasında 30 bin hurma fidanı diktirmiştir.
Ve bataklıkları kurutmuştur.
Ebu'l-Berekat'ın kitabında yazılıdır:
"Bir yerde hastalık çıktığı zaman o yerde bulunuyorsanız başka tarafa gitmeyiniz, başka yerde hastalık varsa o tarafa da, seyahat etmeyiniz." buyurarak ilk karantina usulünü vaz'eden Cenab-ı Peygamber'dir.
Bütün hastalıklarda himye, yani perhizi musirrane tavsiye eden bütün devaların başı budur, diyen Ulu Peygamber'dir.
Allah'ın takdir buyurmuş olduğu ömrü rahat yaşamak, huzur içinde geçirmek, rıza-i İlâhiyi kazanmak için şunlara kat'iyyen riâyet ediniz, buyuruyor:

Daima taze yemeklerden yiyiniz,
Çok sıcak ve çok soğuk yemeyiniz.
Çok çiğneyiniz, yavaş yemek yiyiniz,
Yemeğe oturmadan ellerinizi yıkayınız,
Daima yemekten iştihalı olarak kalkınız, çok yemeyiniz.
Yemeklerde çok su içmeyiniz.
Kışın daha ziyade yağlı yemekler, yazın serin yiyecekler ve sebze yiyiniz.
Yemeklerinizde hurmayı eksik etmeyiniz.
Üzüm, hurma, zeytin Allah'a şükretmek için size afiyet ve kuvvet verir.
Yorulduğunuz zaman tatlı yiyiniz.
Kırık, çatlak kaselerde yemek yemeyiniz, su içmeyiniz.
Yemeklerde daima neşeli olunuz. Yalnız yemek yemeyiniz.
Yemekten sonra daima dua ederek şükrediniz.
Ayda birgün muhakkak oruç tutunuz, vücudunuz dinlensin.
Bal yiyiniz, bin derde devadır.
Bu tavsiyeler binlercedir.

Okuyucularıma bu tavsiyeler gâyet basit gelecektir.
Fakat 1300 sene evveline bir seyahat ederlerse akıl durduran bir hadise ile muhakkak karşılaşacaklarını anlayacaklardır.
Bunlardan hiçbiri bugün değişmemiştir.
Değişemez ve değiştirilemez de...
Bu kadroya giren her hadise büyük, cihanşümul ve İlâhi olur.
Son senelerin keşifleri dünya tıbbını değiştirmiş, yeni bir devre sokmuştur.

Ben Bu Cihana Sığmazam

Ben Bu Cihana Sığmazam

Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazam,
'Cevher-i lâmekan' benem, 'kevni mekâna' sığmazam.

'Arş ile ferş' 'kâf ile nun' bende bulundu cümle çün,
Kes sözünü ve sessiz ol, şerh ve beyâna sığmazam.

Kevni mekândır âyetim, zâti durur bidayetim,
Sen bu nişanla bil beni, bil ki nişana sığmazam.

Kimse vehim ve zan ile olmadı Hakk ile biliş,
Hakkı bilen bilir ki ben zan ile vehme sığmazam.

Surete bak ve mânâyı suret içinde tanı ki,
Cism ile can benem velî, cism ile câna sığmazam.

Hem sedefim hem inciyim, Haşır ve Sırat esenciyim,
Bunca kumaş ve raht ile ben bu dükkâna sığmazam.

Gizli hazine benem ben iş, aynı ayan benem ben iş,
Cevher-i yer benem ben iş, denize ve yere sığmazam.

Gerçi Muhit ve Azimim, adım âdemdir âdemim,
Dar ile 'künfekan' benem, ben bu mekâna sığmazam.

Can ile hem cihan benem, dehr ile hem zaman benem,
Gör bu latîfeyi ki, ben dehre ve zamana sığmazam.

Yıldızlar ve felek benem, vahy ile hem melek benem,
Çek dilini ve sessiz ol, ben bu lisana sığmazam.

Zerre benem, güneş benem, car ile penç ve şeş benem.
Sureti gör beyan ile, çünkü beyana sığmazam.

Zat ileyim sıfat ile, Kadr ileyim Berât ile,
Gül-şekerim nebât ile piste-dehâna sığmazam.

Nâra yanan şecer benem, çarha çıkar hacer benem,
Gör bu ateşin zebânisin, ben bu zebâne sığmazam.

Bal ile hem şeker benem, şems ile hem kamer benem,
Rûh-i revân bağışlarım, rûh-i revana sığmazam.

Gerçi bu gün Nesîmiyim, Hâşimîyim, Kureyşiyim,
Bundan uludur âyetim, âyet ve şâna sığmazam.

Nesimî

 
 
 
 
 
 

Nesimi hakkında ansiklopedik bilgi

Nesimi on dördüncü yüzyıl şairlerinden. Bir rivayete göre, Bağdat'ın Nesim nahiyesinde doğdu. Şivesinde azeri özellikleri görüldüğü için de, Tebrizli olduğu sanılmaktadır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir.

Nesimi çok seyahat etti. SultanBirinci Murad-ı Hüdavendigar zamanında Bursa'ya geldi. Sonra, Mısır'daki Çerkez sultanlarının elinde bulunan Halep şehrine yerleşti. Oradayken, Vahdet-i vücud sarhoşluğundaki bazı yazıları ve sözleri İslamiyete uygun görülmeyerek, 1417 senesinde idam edildi.

Semerat-ül Füad kitabında ve Ruh'ul Beyan Tefsiri'nde, Nesimi'nin sünni ve tarikat ehli olduğu yazılıdır. Bu Türk şairi hakkında en doğru ve güvenilir bilgiyi, kendi yüzyılında yaşamış olan Ünlü alim İbn-i Hacer-i Askalani vermektedir. İbn-i Hacer'e göre, Seyid Nesimi Tebrizlidir. Asıl ismi Şeyh Nesimeddin'dir. Hurufilik denilen yolun kurucusu Fadlullah-i Esterabadi'nin talebesidir. Bunlardan anlaşıldığına göre, Nesimi'nin önce Hurufi iken sonra pişman olduğu, tövbe ettiği anlaşılmaktadır. (Bkz. Hurufilik)

Nesimi, divan şiirinin adeta bir Yunus Emre'sidir. Fikirlerini korkusuz şekilde; her sıkıntıyı ve tehlikeyi göze alarak yazmış ve içli bir şekilde söylemiştir. Nesimi, zamanının Türkçesini en güzel şekilde şiirlerinde kullanmıştır. Arapça ve Farsça bilen Nesimi'nin tasavvuf kültürü derindir. Mevlana Celaleddin Rumi'ye hayranlığını ifade eden şiirleri de vardır.

Nesimi'nin bir Divan'ı vardır. Divanının en doğru olanı, Bayezid Kütüphanesindedir. Divanında, küçük mesneviler ve gazellerden başka, devrinin Türklere has bir nazım şekli olan tuyuğlar ve bazı Farsça şiirler bulunmaktadır.

Kaynak: Rehber Ansiklopedisi

Ah Minel AŞK'

Yusuf’san önce sevmekle başlayacaksın çileye… Öyle bir seveceksin ki; şüphe olmayacak içinde. Öyle saf, öyle temiz olacak işte. En yakınların kesecek başını… En yakınların itecek seni karanlıklara… En yakınların yakacak her zerreni. Ve sen güzel görec...ek, güzel bakacaksın her şeye… Dedim ya; Yusuf olmak zor çok zor Bu dünya perdesinde Yusuf olmayı seçtiysen, önce dar kapılardan geçeceksin… Dört duvara dokunacaksın, her köşe başında bir kuyu olacak sen girecek – sen çıkacaksın. Her çıkış bir başlangıç, her düşüş bir devrin bitişi olacak. Ve O’ndan başka kimseyi imdada çağırmayacaksın. Zindanların yakın edecek bütün yaratılmışı… Dağlar yoldaşın, taşlar arkadaşın, kuyular sırdaşın olacak. Önce sıla yakacak içini… Sonra adı hasret olan tüm özlemler gelecek peşinden… Sabırla başlayacak dünya sürgünün. Yusuf olmak zor çok zor… “Nurunda hoş, narında” diyeceksin. Tüm ateşleri gül diye tutacaksın. Kor önce avucunu, sonra yüreğini yakacak, susacak susacaksın “ Ah” demeyi bile çok göreceksin diline. Şikâyet kapılara gelip gelip gidecek eski yerine.. Sevmenin ne zor olduğunu elbet anlayacaksın. Yusuf olmak zor çok zor… Köle olup önce pazarlarda satılacaksın… Saraylara ayağında kelepçeyle gireceksin. Toprak değecek tenine, rüzgâr savuracak tanelerini gözlerine Kimse inanmazken sana, yitirmeyeceksin hiç ümidi. Hamken yanacak, yandıkça pişeceksin, “Elhamdülillah” kemerini kuşanacaksın, Çileden geçmeden gidilmez hiçbir yere.. Çekecek çekecek hep pişeceksin… İmtihanı öyle kolay olmayacak aşk yolunun Her adımda bir kez daha bileneceksin. Yusuf olmak zor çok zor… Her yanışında anlayacak; Yusuf olmak zor diyeceksin. Sonra aşkın ne zehir olduğunu tadacaksın, Kılıçtan keskinliğini, nankörlüğünü, acizliğini Yolun zindanlara düşecek, edep perdesinin ardında bekleyeceksin. Beyaza değen siyah temizlenene kadar sürecek bekleyişin. Öyle kolay olmayacak siyahtan arınmak, Yani seneler sürecek bekleyişin. Kapılara asılacak Yusuf gömleğin, Bakıp bakıp, eğeceksin başını Ama mahcubiyetten değil, yine edepten olacak sakınışın. Ne zamanki sebepler kapısını kapatıp tümden, Dönünce yüzünü Rahmana bir haber gelecek gaybtan: “Yusuf tertemizdir günahtan” Sultanlığın yolu zindandan geçecek bileceksin… Dedim ya; Yusuf olmak zor çok zor.. Nasıl kapanır bu kanayan yara Nasıl anlatılır ki sana bu hal Terimde tuz gözyaşımda bal Bağdaş kurarmısın soframa Gözlerimde umut yüreğimde aşk Ölümleri boşlayıp düşer misin sevdama…. Yusufken sultan olmakta zor Hele Yusuf’un Yakup’u olmak, işte o hepsinden zor… BÜTÜN Yazılar ve Şiirler İçin..

Sabır gerek...
Yakup gibi tenhalarda gezip Yusuf diye inleyerek...
zaman gerek Yusuf gibi kuyulardan mısır saraylarına yükselerek...
azim gerek Muhammed(s.a.v) gibi Ebucehilin bile hidayeti için yetmiş kez yanına giderek...
hasret gerek Mecnun gibi Leyla diye aklı ziyan ederek...
edep gerek Hz.Osman gibi meleklerden bile hürmet görerek...ve Aşk gerek her defasında yine sana dönerek...Geldim diyerek...

 
Bir gün sormuşlar ermişlerden birine,
Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?.
Bakın göstereyim… ‘ demiş ermiş.

Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olan insanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine derken, tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş. Arkasından da "derviş kaşı...
kları" denilen bir metre boyunda kaşıklar getirtilmiş.
Ermiş:
Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz.
diye de bir şart koşmuş.
Peki… demişler ve içmeye teşebbüs etmişler.
Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine
Şimdi… demiş ermiş.
Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.
Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa.
Buyrun deyince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, karşısındaki arkadaşına uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.
‘İşte…’ demiş ermiş:
‘Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim sevdiğini dostunu düşünür de doyurursa, o da sevdiği dostu tarafından doyurulacaktır.
ŞÜPHESİZ, HAYAT PAZARINDA DAİMA SEVGİYİ PAYLAŞANLAR KAZANÇTADIR...

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.


Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.

Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de
korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait
olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem
de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...

Sen Kâlbini O'na Açtın: 'Yalnızım' Dedin, 'Ben Varım' Dedi.
'Canım Acıyor' Dedin, 'Sabır' Dedi.
'Ne Zamana Kadar?' Dedin, 'Bana Güven!' Dedi.
'Sev Beni' Dedin, 'Sonsuzluk Kadar' Dedi.
'Dünya Bana Dar' Dedin, 'Üzülmen Beyhûde' Dedi.

'RABBİM' Dedin, 'Kulum' Dedi...

Mevlanaya sormuşlar "SEVGİLİ" nasıl olmalı diye...DAYANILMAZ olduğun zamanlarda bile sana DAYANMALI...'

...


Her insan mutlu olamaz..
Çünkü gereğinden fazla özler dünü,
Hak ettiğinden fazla düşünür yarını.
Ve hiç haketmediği kadar bilinçsizce yaşar bugünü.
...
......Her insan mutlu olamaz...
"Çünkü gereğinden fazla özler hayatından çıkanları,
Hak ettiğinden daha büyük umutlarla bekler hayatına girenleri.
Ve asla göremez yanıbaşındakileri".

 

TOLSTOY

Aşk!


Üç nokta aşktır…Her nokta gizli bir Ahh'tır!!!...Seviyorum deyip haykıramamaktır...Boğazda düğümlenen iki çift sözdür...Dilin lâl,gönlün melal olduğu andır…Hissedilen fakat bir türlü yazılamayandır…Kelimelerin kifayetsiz kaldığı andır…Üç nokta;bitmeyendir bitemeyendir...

ŞEHİTLER ÖLMEZ

ŞEHİTLER ÖLMEZMİŞ
Gene hangi dua’yı okudun anne, Vurulduğum yerde güneş açtı Yine mi ağlıyorsun anne, Cennetime yağmur yağdı Üzülme anne ağlama, sırtımdan yedim kurşunu kalbimden değil. Öylece duruyor hayallerim, vatanım şerefsizlere yar değil. İzin günümde be anam. Yârime mektup yazdım o gün. Kınalı ellerinin kokusunu özledim demiş, Bir kalp çizip içine de şafağımı yazmıştım. Birliğe döndüğümde erkenden yatmış, Gece beni bir üç nöbetine uyandırmaya gelen çavuşla Rüyamda seni gördüğüm ve beni uyandırdığı için tartışmıştım. Sıkı giyin oğlum, hasta olma sakın ve paran varmı diye soruyordun Bende her zamanki gibi var anne diyordum, var. Hiç olmadı be anam, hiç olmadı Nasıl isterdim, ardımda bir yar birde ana bırakmıştım. Sağ olsun tertibim cemil memleketinden tütün getirmiş, sigarasız kalmıyorduk. O gece birlikte gittik nöbete. Yolda bana "Sanki bu gece bir şeyler olacak" der gibi bakıyordu Ama yiğitti söylemiyordu. Nöbeti devraldığımızda garip bir sızı çöktü benimde içime. Sanki terli terli su içiyor, seni üzüyordum be anam, öyle bir şeydi işte. Nasıl oldu anlamadım! Cemil " yere yat " dediğinde çoktan yerde bulmuştum kendimi. Anlamadım vurulduğumu, sıcacık bir şey hissettim sırtımda Terliyordum, sanki yaz gelmiş öğlen sıcağı çökmüştü tepeme. Dudaklarım kurudu birden Cemil " dayan " diyordu, ama ağlıyordu Gözyaşları yüzüme damladığında verdim son nefesimi. İşte o an sana ilk ihanetimi ettim anne. Önce atalarım, sonra yârim canlandı birden gözümde. Hoş gör be anam, kızma. Bende baba olacaktım Daha adını bile koymamıştık oğlumuzun, iki ay vardı doğmasına. Bilmiyorum duyuyor musunuz sesimizi Korkmayın, ağlamayın, gurur duyun. Vasiyetimizdir. Öyle evlatlar yetiştirin ki, adları Mehmet, soyadları Şehit olsun..

Köz

 
Köz
Bir ummandan bir ummana
Savrulur durur yüreğim
Asi dalgalara vurur
Gene közdür yüreğim
Kimseler beni dinlemez
Bari sen dinle yüreğim
Rüyalar bile terk etti
Bari sen gitme yüreğim
Dağlar ağlar taşlar ağlar
Gözlerde yok yaş yüreğim
Beni bir başıma koyma
Birlikte savaş yüreğim
Sokaklar hep ölü dolu
Görüyor musun yüreğim
Bak şehirler küf kokuyor
Anlıyor musun yüreğim
Ömer Karaoğlu

(Hz.Mevlânâ)

Su damlaları ve yaprak
Öyle bir 'Yâr' sev ki evladım; elinde su tasıyla, iftarı bekleyen oruçlu gibi beklesin seni... (Hz.Mevlânâ)

Aşk okuyla vurulmak isteyen zırhını çıkarır!!!


‘‘Ey sevgili ben senden ayrıyım; fakat aşkının ıstırabı bir an beni terk etmiyor. Ben çok suçluyum, bağlanıp zindana atılacak bir suçluyum. İşte elim ayağım bağlı; cezam ne ise ver. Suçluyum; hiç mazeretim de yoktur. Hükmet; senin hükmüne razıyım.... Bildiğin gibi beni cezalandır. --Harbde kılıcıma, okuma bakma: senin önünde nasıl esirim; ona bak. Eğer kabilene hücum etti isem kendi kılıcımla kendim yaralandım. Dün bir günah işledi isem bugün boynumda ip, geliyorum. Eğer bu kırılası elim yay çekti ise işte zincire vurdum, sana getiriyorum. Bu son irtikabettiğim günahtan evvel de birçok cinayet işledim. Beni bu kadar zelil yaşatma. Öldüreceksen öldür; niye yaşatıyorsun. -- Eğer senden başkasına alakadar isem beni çarmıha ger. -- Ey sevgilim, senin vefasızlığında vefakârlıktır. Senin karşında suçsuz olmakta bir suçtur. Eğer suçsuz isem de bir suç işleyeceğim; belki sen bir vefakârlık edersin, yanlış bir hüküm okur ve o hüküm ile beni öldürürsün. -- Hayatımda bana güzel sözler söylemedin, beni okşamadın. Beni öldür. Çünkü bu bahane ile başıma elini süreceğini ümid ederim. Bu başa kılıç vurursan, beni kapında, kurban edersen; Hazreti İsmail gibi boynumu bıçağa veririm. Eğer incinirsem beter olayım. -- Mum gibi gönlüm aydınlık olduktan sonra başımı kessen hiçbir keder etmem. Çünkü mumun fitili yanıp uzadıkça kararır ve aydınlığı azalır. Başı kesilince nuru artar. Yaşayıp ta sensiz senin aşkınla yüreğim parçalanmaktansa ayağının ucunda can vermek evladır. -- Madem ki sana erişmek yolu yoktur. Bundan sonra bir köşeye çekilip ah etmekten başka ne yapabilirlim? -- Başımı veririm; senin başını ağrıtmamak için of demem. Bu baş ağrısından şikayet ediyorsan ağrı benimdir; baş senin olsun.’’

Ne güzel cahildik!

 
Ne güzel cahildik;
Televizyon yoktu. Gazete de her zaman olmazdı.
Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç!

Dışarıda kar... Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki. Kuzinenin üzerinde demir maşa... Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.
...
Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu...

Sucuk lükstü. Yumurta lezzetli. Ekmek her zaman ekmek gibi... Bir kez olsun kümesten yumurta almamış, bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışveriş merkezlerinin restoran katlarında boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburger keyfine fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım...

Dışarıda kar... İçeride kanaat... İçeride huzur... Televizyon yoktu. Gazete de her zaman olmazdı.

Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç!
Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, kokusuna râm olurduk. Kestane közlemek büsbütün bir gecenin akıllara seza mutluluğuydu. Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar...

Bir çoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine, geniş ve besleyici bir masal dünyası...
Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi? Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi, sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı. Çay da kokardı... Domates de...

Bütün bu nefasete, küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu. Dışarıda kar... İçeride huzur...
Zam endişesi, doğal gazın kesilme korkusu, yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi... Kimin umurunda...
Ne güzel cahildik. Mutluluğun resmini çiziyorduk..
Açıklama ekle
Ne güzel cahildik;
Televizyon yoktu. Gazete de her zaman olmazdı.
Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç!

Dışarıda kar... Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki. Kuzinenin üzerinde demir maşa... Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.
Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu...

Sucuk lükstü. Yumurta lezzetli. Ekmek her zaman ekmek gibi... Bir kez olsun kümesten yumurta almamış, bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışveriş merkezlerinin restoran katlarında boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburger keyfine fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım...

Dışarıda kar... İçeride kanaat... İçeride huzur... Televizyon yoktu. Gazete de her zaman olmazdı.

Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç!
Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, kokusuna râm olurduk. Kestane közlemek büsbütün bir gecenin akıllara seza mutluluğuydu. Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar...

Bir çoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine, geniş ve besleyici bir masal dünyası...
Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi? Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi, sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı. Çay da kokardı... Domates de...

Bütün bu nefasete, küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu. Dışarıda kar... İçeride huzur...
Zam endişesi, doğal gazın kesilme korkusu, yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi... Kimin umurunda...
Ne güzel cahildik. Mutluluğun resmini çiziyorduk..

Yusuf suçların en güzelidir,Züleyha tevbelerin!


“Yusuf dedi, Züleyha.
sana gel kaderim ol demem.
O kadar ki, güldeki sevda, çöldeki ateş,
denizdeki su kadar kadersin bana. Bak alnına,
iki kaşının ortasına. Orada benim mührüm var.
Alnımın yazısı olduğun kadar, alnına da yazıyım...”

ALLAH( Azze ve Celle)


Soruyorlardı Bilal'e,
Taşlar Basıp Göğsüne: "Son Kararın Ne?"
Diyordu ki:

ALLAH ''
...
Azze ve Celle;
Hamd Olsun Muhammed'in
Rabbi'ne♥ ! . .