30.06.2013

Senin Adın Ne?

 
 
Adamın biri bir gün yolda giderken bir çocuk görür 
ve çocuğu çok sevimli bulur; çocuğa:


"Senin adın ne?"


Çocuk tam söyleyeceği sırada:


"Dur ben tahmin edeyim", diyerek sözünü keser, 
ama ipucu olarak baş harfini söylemesini ister. Çocuk:


"Y" der, adam başlar saymaya


"Yasin?"


Çocuk başını sallar..


"Yusuf?!"


Çocuk yine başını sallar..


Adam y harfi ile başlayan tüm isimleri sayar,
çocuk her seferinde başını sallar, adam iyice sinir olur 
ve kız isimleri de saymaya başlar; 
çocuk yine başını sallar. Adam en sonunda:


"Bilemedim. Yahu neymis senin ismin?!"


Çocuk yanıt verir:


"Yamazan"

Ruhlarda Ölür müymüş?




Yıllar önce, köyün birine bir imam görevlendirilmişti. İmam gençti ve yeni evliydi. Gayretli ve çalışkandı. İnsanları namazla buluşturmak için çaba sarf eden samimi bir insandı. Fakat ne kadar çabalasa da köyün erkeklerini camiye, cemaate çekmeyi başaramamıştı.

Belki de yazın yoğun dönemi olduğu için Cuma haricinde insanlar gitmiyordu. Kapı kapı dolaştı, olmadı. İşlerinde yardımcı olmayı teklif etti, olmadı. Namazın hikmetlerinden bahsetti, yine olmadı. Bir sabah köy, salâ sesiyle uyandı.

Herkes merakla kimin öldüğünü soruyor; ama kimse bilmiyordu. Tarlaya, bağa, bahçeye gitmeye hazırlanan köylü, soluğu camide aldı.

Herkes imamın salâyı bitirip çıkmasını bekliyordu. Nihayet imam gözüktü. Biri atıldı hemen: 
- Hoca! Kim öldü Allah aşkına? Kimsenin haberi yok, ismini de söylemedin. O zamana kadar cemaati kapıda göremeyen imam, öfkeyle bağırdı:

- Kim olacak! Sizin ruhunuz ölmüş, onun için okudum salâyı. Şayet ölmemiş olsaydı, dört aydır buradayım, sabah namazına bir tek Allah’ın kulu gelip de saf tutmadı. Ruhunuza Fatihâ okuyun, ruhunuza!

Kimseye bakmadan geçti gitti imam. Herkes şaşkınlıkla birbirine bakıyordu. Köy halkı, bu hâdiseden çok etkilendi. Sabah namazına da, diğer vakit namazlarına da devam edenler yavaş yavaş çoğaldı.

Seher Vakti Çaldım Yarin Kapısını (Neşet Ertaş)

 
 
 
 
 
 
 

(İmam Gazali - Ey Oğul)

 
 
 
İhlâs, her işi Allah rızası için yapmak, insanların seni övmesine sevinmemek, yermelerine de aldırış etmemektir.
Bilmiş ol ki, riya, halkın seni methedip olduğundan fazla büyütmesini istemenden doğar.
Halka karşı böyle bir riyadan kurtulmanın ilâcı şudur: İnsanları Allah’ın kudretine bağlanmış ve sana ne rahatlık ne de zorluk çıkarmak bakımından güçleri olmayan cansız varlıklar gibi kabul edersin.
Şayet bu gibi kimseleri kudret ve irade sahibi olarak görürsen riya da senden uzaklaşmaz.
 
 
 






 
 
 
 
 
Seninle ilgili hayaller kurarken nasıl gülümsediğimi bilsen bana aşık olurdun..
 
 
 

hmmm..güzell güzell :)

 
 
 
-Sen de ağla be Firuze.. :)
 
 
 

Gülay -Yusuf Gül / Ay Aşar

 
 
 
Zülüflerin yüzüne
Kurban olam sözüne
Niye attın beni sen
Bir zalımın eline??
 
 
 
 
 

Aytekin Gazi Ataş - Seyyah

 
 
 
Ben bir seyyah garip olsam
Giysem karayı karayı
Yitirdim nazlı yarimi
Bulsam arayı arayı..


Uzak yollar yakın olsa
Her güzelde akıl olsa
Dostum lokman hekim olsa
Sarsam yarayı yarayı..


Yari düşürsem ardıma
Bir ateş düştü yurduma
Benim bulunmaz derdime
Bulsam çareyi çareyi..


Yari düşürsem ardıma
Bir ateş düştü yurduma
Benim dermansız derdime
Bulsam çareyi çareyi..


Uzak yollar yakın olsa
Her güzelde akıl olsa
Dostum lokman hekim olsa
Sarsam yarayı yarayı..
 
 

24.06.2013

Aashiqui 2

 
 
 


-Güzel bir filmmiş..
 
 

Ali Ulvi Kurucu/Derdimendim

 
 
 
Derdimendim yâ Resûlallah, devâ ol derdime,
Destgir ol, yâ Habiballah, bu asî mücrime!..
Sen şefâat kânı varken, yalvarayım ben kime?
Ben Resûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..

Bû-yi vaslındır, muattar eyleyen sünbülleri,
Nur cemâlinden eserdir, bağ-ı aşkın gülleri,
Gül cemâlindir Habîbim, mesteden bülbülleri,
...
Ben Resûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım

Cânını cânâne kurban eyliyor pervâneler,
Bezm-i vaslın neş'esinden, gaşyolur mestâneler,
Aşıkın gözyaşlarından, doldu hep peymâneler,
Ben Resûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..

Ermek istersen, O Şâh'ın himmet ü imdâdına,
Cân u dilden âşık ol sen; 'İsm-i zât' evrâdına,
Ses verir (Ulvî); melekler âteşin feryâdına,
Ben Resûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayranıyım.
 
 
 

(Furkan Sûresi, 25/27-29)




“O gün zalim, parmaklarını ısırır der ki: Eyvah! Keşke o Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ândan) beni o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, insanı işte böyle uçuruma sürükleyip sonra da yüzüstü, yalnız bırakır.” (Furkan Sûresi, 25/27-29)
 

 

Ali Tel Tortum Kur'ân Ziyafeti

 
 
 
 
 
-Rahman Razı olsun..
 
 

Yad-ı Cemil..

 
 
 
Ya Rab! Önümüzdeki şu upuzun hayat yolculuğunda, bizi kendi idrak ve ihsaslarımızın darlığıyla baş başa bırakma; akıllarımızı inhiraf ve sürçmelerden, nefislerimizi cismânîliğin baskılarından, gönüllerimizi de hevâ ve heveslerin öldürücü oklarından sıyanet eyle. Kapının kullarını; ilimde kibr u gururdan, ibadette riya ve gafletten ve duygularına renk attıran ülfetten koru. Sen’in yolunda yürüyor gibi görünüp Sen’den uzaklaşmak, kurbet atmosferinde iç içe firkat yaşamak, hep rızadan söz edip gazap arkasından koşmak ne acıdır! Sen bizi kazanç yolu sanılan bu tür haybet vadilerinde ömür tüketmekten muhafaza buyur.
-Amin..
 
 
 
Allahım! Beni gözümle ve kulağımla nimetlendir.
Onları benden hayırlı varisler yap.
Zulmedene karşı bana yardım et.
Benim hakkımı zulmeden kimsede bırakma.

(Ebu Davud, Edeb, 101)
 
 
 
 

...

 
 
 
Ben birini sevmiyordum;
O da beni sevmiyordu..
Bir gün bir yerde randevulaştık..
Ben gitmedim; o da gelmedi !
 
 

Bismillah!

 
 
 
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın Aşkıyla !
Yeni güne ve yeni haftaya Bismillah..
 
 
 

22.06.2013

 
 
 
Bedeninde koca bir ok gibi duruyor yaşadıkların
Sen geriye baktıkça daha çok acıtıyor canını
Ama çekip çıkarmak lazım!
O, ok dururken tedavi olman imkansız..
 
 
 

Sustuk!


Kelimelerin duygularını ifade edemeyeceğini gayet iyi bildiği için sustu… Anlamın muğlâklığı, yorumun sınır tanımayışı ve muhatabın yargıları, konuşmanın safiyetini erittiği/ incittiği için sustu… Hâlbuki konuşma, kendini ele vermek demekti. Düşündüğünü dillendirmekti. Duygularına harf elbisesi giydirip harfleri, dağarcıktaki kelimelerin emrine vererek cümleleri aşikâr eylemekti, içini aşikâr eylemekti. Ve söz, güven demekti, “içten pazarlıklı değilim” demekti, “söylediğim gibiyim” demekti. Yalan, söze karışmamalıydı zaten; samimiyete kıyılmamalı, öz hırpalanmamalıydı.


Yalanı, oynamayı, gevelemeyi gönderince uzaklara, sadece yüreğin yansıması kalmıştı sözcüklere. Ve konuşan ne derse, muhatap dinler, kulak verirdi. Gereğini gücü nispetinde yapardı. Çünkü güvenirdi. İnsanı hırpaladılar, güvenin canına kıydılar, güveni öldürünce maskeler çıktı tozlu sandıklardan. İnsanlar yüzlerine takındılar kendilerinin olmayan şeyleri. Örtmek için içlerini. Yutmak için sözlerini. Gizlemek için yüzlerini.


Gözlere siyah gözlükler taktılar, görünmemek için. Çünkü biliyorlardı gözün gücünü, sözü söz yapanın göz olduğunu, özün göze yansıdığını. Evet, insanı hırpaladılar güvenin canına kıydılar, güveni öldürünce çıktı maskeler tozlu sandıklardan. Maskeler takındı saklanmak isteyenler. Ve öyle bir hal aldı ki her şey, maskesizler dışlanır oldu. Özünü aşikâr eylemek, kabalık diye adlandırıldı. Duygularını söylemek ötelendi. Samimiyet aldı başını gitti. Söz gidince derviş ne yapsındı, sustu.


Onu susmak zorunda bıraktılar. Çünkü onun insanlara verecek bir tek yüzü vardı. İkincisini kimsenin görmediğine, herkesi görene saklardı; ıssız anlara saklardı, gecelere saklardı, secdelere saklardı.


Evet, derviş sustu. Çünkü söze önem verilmediğini düşündü. Görselliğin, insanı avucunun içerisine aldığını, insanların artık sadece görülen yanlarıyla değerlendirildiğini gördü. Hâlbuki onun, modern dünyada kendisini pazarlayabilecek herhangi bir şeyi yoktu. O fazlaca sıradan, fazlaca iddiasızdı kimilerine göre. Yaşam felsefesi “insanlar içinde bir insan olarak” hayatını idame ettirme üzerineydi. Her ne kadar içi yansa, yakılsa da, kendini ayrı(calıklı) görmeme, böyle bir hisse kapı aralamamaydı hayat düsturu.


İnsanlara verebileceği sadece özü vardı, onun dışarıya yansıması ise söz kanalıyla oluyordu. Sözü katledince, elsiz-dilsiz kaldı, ne yapacağını bilemedi. Uykusuz geceler geçirdi, kimsesiz anlarda yıldızları seyretti, ekin biçen insanları, meyve deren çocukları, şiir yazan âşıkları seyretti. Yapılacak en iyi şeyin, susmak olduğuna kanat getirdi. Ve sustu.


Dünya kadar tepkisi vardı kendisini dünya kadar zanneden dünya kadar cüceye. Onlara gerçek rengini bilememekten başlayıp, akıbetlerini bilememeye kadar uzanan bir çizgide güvensizlik hissediyordu. İstiyordu ki, herkes kendi olsun/kendi özüne dönsün. Maskelerini çöpe atsın, bir de dünyaya kendi olarak baksın. Olmadı… Bu olmayışlar onu yıprattı, koşmanın verdiği yorgunluğa dostların çekimserliği de eklenince şaşırıp kaldı, böyle olmamalıydı ona göre.


Yorulmaktan şaşkın, şaşkınlıktan yorgun idi. “Ne yapabilirim” diye bir kez daha sordu kendisine. Yani kalan iki yarenine. Sus dediler. Onları her zaman dinlemişti, yine dinledi ve sustu. Çünkü susmak da bir tür konuşmaktı. Ama susmanın dilini sadece susanlar bilirdi. Tüm duyma güdüsünü kulaklarına indirgeyenler, tıpkı tüm düşünme becerisini aklına hapsedenler gibiydi onun gözünde. Zaten onlarla paylaşabileceği bir şeyi yoktu. Onlar anlayamazdı bu tür bir çığlığı.


Çünkü onlar yıllar var ki, kendilerini dinlememişlerdi. Hiçbir zaman bir köşeye çekilip, başlarını diz kapakları arasına yerleştirmemişlerdi. Hiçbir zaman seccadenin buğusunu ihmal ettikleri yerlerinde/yüreklerinde hissetmemişlerdi. Hiçbir zaman kelimelerinden/söylemlerinden taviz vermemişlerdi. Onlara göre en doğru hep kendileriydi. Hep konuşmalılardı onlar. Sanki söyledikleri her şey hakikatmiş gibi durmadılar, bıkmadılar, bıktırdılar. Hâlbuki her söylediği hakikat olanlar bile her zaman konuşmamışlardı tarih içerisinde. Bu dertliler zaman, zemin ve yürek bulunca serpmişlerdi incilerini. Ama malumatfuruşluğu âlim olmak, birkaç sevi şiiri ezberlemeyi âşık olmak, biraz felsefe okumayı hakîm olmak sananlar onu bıktırdı. “Ah” etti onlara, kendi içleri gibi kendi dışlarında olan her şeyi de kirlettikleri için. Biraz dinginleştiğinde ise duyguları, sustu.


Ne zamandır düşünüyordu bunu, o da bilmiyordu. Niye böyle bir tarz-ı hareketi seçtiğini tam olarak kestiremiyordu. Ne zaman canına tak etmişti uzun zamandır midesini bulandıran şeyler haberi yoktu. Ama olan olmuştu işte. İşte sessizliğe kanat çırpıyordu bir kez daha. Dinlemenin erdem olduğunu kitaplardan okumuştu, kendisine söylenen her bir şeye kulak vermenin ve ama en iyiye tabi olmanın gerekliliğini. Ancak bunun bu kadar insana ait bir şey olduğunu yeni anlamıştı. Evet, insan dinlemeliydi. Kulak kesilmeliydi. O zaman duydukları onu ürpertmişti, bunları yıllardır nasıl olup da duyamadığına hayret ediyordu. Hayreti zaten nimet biliyordu, şimdi ise her bir nimeti hayret olarak görmeye başlamıştı. Galiba sessizlik buydu.


Ve derviş sustu. Çarıklarını giydi, takkesini taktı, kelimelerini beline doladığı kuşağın içerisine sıkıca yerleştirdi. Orucunu bozacağı zaman için gizledi onları. Ak akçelerin saklandığı keçe keseye bir kez daha baktı. Susmanın kendisine sağladığı benliği kucakladı. Susmaktan sonra yapılacak en iyi şeyin buralardan gitmek olduğunu gayet iyi biliyordu. Öyle yaptı. Yürüdü, gitti uzaklara…



Muhammed Enes Topgül
 

Çok Doğru.

 
Kime fazla isen orada unutulursun..
Kime eksik isen orada kendini bulursun..
 
 
 
-Ara sıra görunmek, göz önündeolmaktan daha faydalıdır; Doksan günlük yaz mevsimini unutur, fakat yazdan kalma bir günü unutmayız..!
 
 
 
 

 
 
 

Hadi Uyan!

 


Gözlerinin nehrine dalınca bir b/aşka akıyorum..

Gönlümün sönmüş kandillerini sadece sana yakıyorum..
Kayısı ağaçlarının gölgesinde dinlenirken kendimi rüzgarına bırakıyorum..
Kömürhan köprüsünden sana geçerken, özlemlerimi Fırat’a atıyorum..
Sultan Suyundan sana koşuyor, Bey dağından sana düşüyorum..
Bakışlarım sana uyuşuyor; iliklerime kadar sana üşüyorum…
Ah… Yüzün bir firuzende gibi… Ölü hallerimi ikliminle yaşatıyorum…
Seni güneş gibi bağrıma basarken, donmuş bakışlarımı sıcaklığına katıyorum..
Gözbebeklerinde, nefesinle savrulan saçlarımı tararken, akıp giden zamana kaşlarımı çatıyorum..
 
Odamın loş aydınlığında, buğday kokan türküler dinlerken, yine senli rüyalara yatıyorum…
 
Kadim Dolunay
 

Düşüş!

 
 
 
Ah! Düşüşsüz insan! Benden övgü bekleme. Düşüşün tadını almayan insan! Senin, yücelerin serilinliğinden, arılığından ne haberin vardır? Ruh gecesinin yedi katlı karanlığına batmamış yürek! Sana ışıklar ve aydınlıklar ne der? Ey zindanda bir gece geçirmemiş dost, güneşe doğru çılgın koşuyu yapacak çocuk olabilir misin? Ey yükseklerden büyük seslerle düşen su, bu yalçın kayalara bir şelâle borçlu olduğunu biliyor musun? Sessiz ve dilsiz duran mezar taşı Kitabendeki çizgiler, iniş ve çıkışı derinleştikçe seni tarihin içine yerleştirir, farkında mısın? Cennette hiç sarsıntıya uğramadan yaşayacak olan insanoğlu mu, yoksa ayağı kayarak yeryüzüne düşen ve orda âb-ı hayatı ararcasına karanlıklar arasında geçen, dünya çilesini çektikten sonra Tanrı’ya özlem duyan insan mı? Seçilmiş olan hangisidir? Şanlı olan hangisidir? Yurdunu hangi insan daha çok sevecektir: doğduğu yerden ölünceye kadar hiç ayrılmayan insan mı? Yoksa en genç çağında yurdundan ayrılarak savaşa gitmiş, esir düşmüş, bir daha dönme umudunu tam yitirmişken ansızın esen bir hızır yeliyle kendisini yine ülkesinde bulan insan mı? Artık insan, yurdunun taşlarına ve topraklarına ne sevgiyle bakar; güneşin kendi ülkesinde suya düşüp bir parça oluşunu ne kalp titreyişiyle izler? Bir çiftciyi tarlasından koparlamak ne demektir? Daha doğrusu kopardıktan sonra ona tarlasını iade etmek? Ona hayat bağışlamak budur işte. Ya sevdiği kadına hemen bir el uzanışıyla kavuşan insanla ona ona her uzanışında yere çarpılan, düşen, bataklıklara saplanan, sonra yine ölümden dirilmişcesine doğrulan, didine didine sevgilisine doğru giden, onu erişilmez bir yücelikte parlak bulan ve ona tekrar yaklaştığında Zatüssuver Kalesine yaklaşmışcasına büyülü burçların açılarak zehirli oklar yağdırdığını gören ve yine bitmez tükenmez Çin ülkelerine düşen, yine savaşa savaşa, ölüm ve korku devlerini kıra kıra, peri kördüğümlerini çöze çöze yeniden sevgi hedefine doğru yönelen insandan hangisi daha çok hayatını kabuğunda veya incisindedir? Düşen insandır, hayatın sesini işiten, iç sesini duyan... Hakikatlara lurban gibi başını uzatmış olan odur. Tanrısal bıçağın parıltısını o görmüştür. Akmadan önceki kanın şırıltısını o işitmiştir. Artık hayatı boyunca o şırıltı kulaklarındadır. Hayat, o şırıltıyla kulaklarındadır. Hayat, o şırıltıyla taze ve yenidir her an. Düşmemiş medeniyet var mı? Olsaydı ne değeri olurdu? Önemli olan bir medeniyetin düşmeyişi değil, düşüşü dirilmesiz ölüme dönüşmeden doğrulmasını bilmesidir. Böyle olursa, düşüş doğruluşun ve dirilişin bir bağışıklığı gibi o uygarlığın ömür boyu yeni düşüşlere karşı direnişini sağlayacaktır. Düşüş, fizik anlamlı yaşantıya metafizik bir anlam getirecektir. Düşüşsüz hayat, bir fizik akıntısı, bir biyolojik devinimden başka bir şey değil. Ama düşüş bir dirilişi getirirsei hayat, fiziği aşkın bir deneyle zenginleşmiş tansandantal anlamına kavuşmuş olacaktır. Hayat, ıstırap ve azaplardan sonra gelen ruh yücelişlerinin sırrına erecektir. Görünmeyen dünyadan yankılarla sonsuzluğu dünyadayken yaşayacaktır insan. Hayat ölümle terbiye edilmiş, ölüm buzhanesinde dindlendirilmiş ve tabakalanmış olacaktır. Ölümün ve mezarın anlamı da bu değil mi acaba? Bir düşüşten bir yüceliş gelmesi için hayata ve insana yüklenmiş bir çile saati. Ah, bir sarkaç gibi bir ölüme, bir hayata gidip gelen ruh'larla, sadece biyolojik yaşantının içinde vakit dolduran ruhlar arasında ne büyük uçurum vardır!
 
   Sezai Karakoç

Gönül yandıkça sevdasına kanar, sabır ile yaşar!

 
 
Yanan bir şey olunca
Su gelir aklımıza, söndürmek maksadıyla
Gönül hevesin, heyecanın, maceranın harıyla tanınmaz
Edebin, nezaketin, hassasiyetin, ihlâs ve inayetin hasredilmesiyle boşa yorulmaz
 
 
Çocuk geçmişini bilmeli
Şefkate tamahkâr olmadan hali çözülmeli
Her emel ve heves için asla emrine girilmemeli, hayâ öğretilmeli
Naz için gözyaşına değer verilmemeli, duygusallık bedellidir, gerekçesiyle gidilmeli
 
 
İnsan kendini tanımadan
Hilkat ve aidiyetini sorgulamaktan kaçınmamalı
Onur ve itibar iman esası ve ihsan sevdası aşkıyla kavranmalı
Halis olmayan her niyet ve amelin seyir halinden içtinap ederek, uzak durulmalı
 
 
Evladın çocuğu olunca titrer
Her durumundan bir şekliyle haberdar olmak ister
Ve hatta onun için annenin nazını dinler, muvazene içinde olmayı öteler
Gösterdiği o hassasiyeti, kendini büyütenden esirger ve hatta ziyadesiyle hizmet bekler
 
 
Güya okumuş ve bilinçliler
Heves ve keyfiyet için didinirler, gerekli derler
Ekonomik sıkıntı içinde ve borçlanarak hala avunmayı isterler
Sıkıştıklarında çocuğun masrafı bitmiyor ki, hayat bunlar sız çekilmiyor ki diye öykünürler
 
 
Yabancı konukların yanında
Ne derler kaygısıyla riya ve tak iyeye bulaşırlar
Akaide ve amel noktasında sanki sorumsuzlar, maslahata dalarlar
Kendileri için lazım ve elzem olan, edep ve maneviyatı bir kültür olarak yaşarlar
 
 
Cicim ayları geçince
Bin bir bahane ile nefeslenmek ve ah u figan etmek dilde
Artık sıkılma ve göze batma andıçları başlamıştır, yalnızlık veya başka bir mekân nerede
İnsan kalbini keşfetmeli, nefsini terbiye etmeyi azmetmeli, hakkaniyet bilinmezse gönül yanması beklenmemeli..
 
 
Mustafa CİLASUN

Bir hayatı yaşamak…

“Sen öyle bir yaşa ki, ölüm sana gelirken utansın."
 
 
Ama öyle sıradan bir yaşama ile değil. Hayatı öyle yaşamak lazım ki; öldüğün zaman insanların önünde el pençe divan durduğu insanları musallada yatan tabutunun önünde vakur bir şekilde dursun. Belki çok ilim sahibi olmayacaksın.
Makamın ve mevkiin çok sıradan bir insanınkinden bile daha az olacak. Mal, mülk desen sadece iki hasırın olacak. Ama görünende olmayanlar manevi anlamda öyle bir olacak ki, cenazeni omuzlarda melekler taşıyacak. Para ile elde edilecek bir makam değildir bu. Maddi değerlerden mahrum olma şartını daha önce söylemiştik. İsmin önünde yer alan unvanların da elde edemeyeceği bir durumdur bu.
Sadece insan olmak ve sadece Allah’ın lütfedeceği bir nimettir bu. Niceleri basit yaşamayı bırakıp dünyalıklarını her geçen gün biraz daha artırmanın peşinde koşturdukça bizler basit yaşamayı unuttuk. Basit yaşamak dediğin de o kadar basit değildir. Bakmayın basit yaşamak dediğime. Basit yaşamak her kişinin değil, er kişinin harcıdır.

Basit yaşamak neden yaratıldığını ve bu yaratılış gayesinin unutmamaktan geçer. Basit yaşamanın yolu sağlam bir imandan geçer.
“Allah’tan gayrı ilah olmadığını bil.” (Muhammed: 19)
Önce Allah’ın varlığına ve O’ndan başka tapılacak bir ilah’ın olmadığına inanmak gerek. İnanmakla bitmiyor her şey. İmanın bir gereği vardır. Bu imanın gereği de ibadettir.
“Ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım. (Zâriyât: 56) Çoğumuz (buna en başta bu yazının müellifi dahildir) unuttuk ve dünyaya daldık. İbadet etmek yerine eğlenceyi tercih ettik. Dünyalık koşuşturmalar, önemli yatırımlar ve dizinin heyecan dolu yeni bölümleri hep kör etti bizleri.
Aslında bunlar gözlerimizi bağlarken biraz da biz yardım ettik onlara. Kuran-ı Kerim’de bahsetmiş benden; “Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık, onları gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.” (Duhân: 38, 39)
Merak ilmin yarısıdır. Bir şeyi bilmek için önce onu merak etmek gerekir. Bizler neden yaratıldığımızı merak etmez olduk. Bir sebeple doğduk, çocuk olduk ve zamanı geldi büyüdük.
 Gün gelecek, zaman dolacak ve bizler öleceğiz. Bu süreç içinde hayatı bir mahlukat gibi yaşamak da bizim elimizde. Hayvanlar da doğarlar, gelişirler, hayatlarını idame ettirmek için avlanırlar ve nesilleri tükenmemesi için cinsi münasebetlere girerler. Olaya bu açıdan baktığımızda herhangi bir fark olmadığını göreceksin.
Bu konuda Said NursiHazretlerinin sözüne kulak vermek gerekir;
"İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder." (Yirmi Üçüncü Söz) Kuran-ı Kerim’de yine bir ayette
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik.” (Tin Suresi 4, 5)
Basit yaşamak görüldüğü kadar basit değil diyenler olacak. Ama insan yaratılışının gereğince davranırsa zaten hayatı basit yaşamış oluyor. Ahmet Mahmut Ünlü Hocaefendi’nin bir programda bahsettiği gibi; cennet insanoğluna bedava verilmiştir. Kimse namaz kıldığımız için bizden para talep etmez. Tuttuğumuz oruçların faturası doğalgaz, elektrik veya su gibi Ramazan sonunda son ödeme tarihli gelmez. Lakin bunların dışında cehennem çok pahalı bir cezadır. Alkolün litresi benzinden pahalıdır. Kumarın faturası kışın doğalgaz faturasından daha fazla gelir. Zina etmek için önce bedel ödersin ve belki aylar sonra her ay nafaka ve veled-i zina masrafları çıkar ortaya.
Şimdi tercih bizlerin.
Basit ve sıradan yaşarsak bize emrolunduğu gibi; kazandığımız üç beş kuruşun da milyarlar kadar bereketi olur. Üstelik basit yaşamak adına her şey bize önceden verilmiştir.
Fethullah Gülen Hocaefendi bu konuda “Bu yüce vazifeleri görebilmesi için gerekli olan şeyler ise, ona çok önceden verilmiştir. İnsanlığa yükselmek için irade ve heyecan; kâinat ve içindekileri tanıyıp sevmek için merak ve güzellik aşkı; dürüstlük ve adâlet için vicdan; varlığa alâka duymak için kalb; bu lütûfları yerinde kullanma ve belli bir ölçüde, iyiyi kötüden ayırdedebilmek için akıl; nihayet, bütün bu işleri yanılmadan, arızasız görebilmek için de vahyin aydınlatıcı tayflarıyla pırıl pırıl bir atmosfer.” demiştir. Basit yaşamak bu kadar basittir.

Bir türlü beceremedim basit yaşamayı. En son bir cenazeyi izledim televizyondan. Hayatı basite indirgemiş bir mübarek yatıyordu musalla taşında. Ne bir makam sahibi olmuştu dünyada, ne de zengindi maddi anlamda. Hayatını sadece Allah’a hizmet için adamış birisiydi. Bu sebeple çok sıkıntılar çekti ve eziyet edildi.
Lakin ne Habeşli Bilal inkâr etmişti ezilirken bedeni taşlar altında, ne de zindanlarda defalarca zehirlenen Said Nursi. O da onların yolunda ruhunu bir gece vakti Rahman’a teslim etti… Kim diye sormayın. Hayatı basit yaşayanların, Allah’a hizmet için adayanların ortak cenazesidir bu hikâye. Hiç değişmez bu senaryo.
 
 
Yasin Duyan
 
 

‘Aynam paslı’ diyeceğine, ‘Gözüm hasta’ de!…

 

Görünürdeki cünüplük, seni Allah'ın evine girmekten ve O'nun Kitabını okumaktan alıkoyar. Gizli cünüplük denen gafillik ise, senin Allah'ın mânevi huzuruna girmene ve kelâmını anlamana engel olur.

Dünya sûretlerinin bulaştığı ayna nasıl parlar? huzura girmeden önce tevbe sularında yıkan.

Hayvanını nasıl başkasının tarlasına girmekten alıkoyuyorsan, nefsini de nefsânî istek ve arzulara yöneldiği zaman Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak durdur. Bakışlarını kıs; güzel gördüğü haramlara kaymasın. Kalbinin, daima şen ve bakımlı olmasını istersen, ihtiras ve tutkulardan, nefsânî özlem ve arzulardan onu koru.

Sahip olduğun hikmete veya günaha karşılık, boynunda nur gibi aydınlık veya gece gibi karanlık bir gerdanlık taşırsın. Sen boynundaki gerdanı göremiyorsan dahi, onu başkaları görmektedir. Görmüyor musun, güneşi körler dışında herkes görüyor.


‘Aynam paslı’ diyeceğine, ‘Gözüm hasta’ de!…

Suyu temizlemek istediğinde temiz olmayan sebeplerin ona ulaşmasını önlersin. Beden organları da kalbe akan su kanalları gibidir.

Kalbine, bu organların yoluyla gıybet, söz taşıma, kötü söz, harama bakma gibi öldürücü kötülüklerin girmesine engel ol. Kalpten dışarı çıkan şeyler, kalbi hakikatlere karşı perdelemez; onu ancak orada bulunan şeyler örter.

Kalbin nurlu hâle gelmesi, aydınlanması; helal yemek, Allah’ı zikretmek, Kur’ân okumak, mubah, mekruh ve haram olan bakışlardan onu korumakla gerçekleşir.
Bu nedenle bakışlarını ancak ilim ve hîkmetini artırmak için serbest bırak. ‘Aynam paslı’ diyeceğine, ‘gözüm hasta’ de.




İbn Atâullah el-İskenderî (K.s)
 
 
 
 
 
 
 
Oyle bir varlik tukettim ki!
Yoksullasmak icin... Yok olmak adina...

Oyle bir sevgi sermayesi topladim ki sonsuzlasmakta,

Sonsuzlukta ask olarak anilmak adina

Sen benim yanginimda yanamazsin eyy sevgili...
 
 
 
 
 
 
Kendini yorgun hissetsen bile,
Başarı senden kaçsa bile,
Bir hata sana zarar verse bile,
Hatta ihanet sana acı verse bile,
Bir hayal yok olsa bile,
Göz yaşları gözlerini yaksa bile,
...
Kimse gayretini fark etmese bile,
Nankörlük ödülün olsa bile,
Anlayışsızlık seni gülmekten
Alı koysa bile,
Ve hatta herşey,
Hiç bir şey olsa bile,
Vazgeçme....
YENİDEN BAŞLA...
 
 
 
 
 
 
“Kur’ân’ı mâhir olarak (mahrecini, tecvidini, sesini, kıraatini bilerek) okuyan, şerefli, itaatkâr elçiler olan meleklerle berâberdir. Kur’ân’ı kendisine zor geldiği halde kekeleyerek okuyan kimseye ise iki kat sevap vardır.”(Riyâzü’s-Sâlihîn, 991.)
 
 
 
 

Sonra gülüşün geldi aklıma.
Ve içimden dedim ki; Yine gelsen yine severim. . .
 
 

 
 
 
 
 
Oysa daha ben, çok sevecektim seni. . .
 
 
 

21.06.2013

 
 
 
"Müslüman kimsenin, kardeşi için gıyâbında yaptığı dua müstecâbdır. Dua edenin başucunda ona müvekkel bir melek vardır. Kardeşi için hayır dua yaptıkça bu melek: "Amin, istediğin şeyin bir misli de sana olsun" der." Müslim

 
 

 

"Cennet ehli, cehennem ehline: "Rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek bulduk. Siz de Rabbinizin size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?" diye seslenirler. Onlar da "evet" derler. Bunun üzerine aralarında bir çağırıcı şöyle seslenir: "Allah'ın laneti zalimler üzerine olsun!" Araf Suresi (7: 44)