4.07.2011

Cahiller onlara sataştığında “Selâmetle” der, geçerler.Furkan Sûresi, 25:63

“RAHMÂN’IN KULLARI” olarak nitelenen seçkin insanların bir özelliği de âyetin bu cümlesinde anlatılıyor. Bu özellik, yine aynı âyette sayılan ve bir önceki yazının konusunu teşkil eden diğer özellik gibi, o kulların ağırbaşlılığını yansıtıyor.

Bu arada, âyetten şunu da anlıyoruz:

Rahmân’ın has kullarının kaderinde, “Meyveli ağaç taşlanır” misali, ister istemez birtakım sataşmalara muhatap olmak da vardır. Onlar kendi davranışlarıyla buna sebep olmazlar, böyle birşeyi bizzat tahrik etmezler; fakat ne kadar ağırbaşlı davransalar da böyle sataşmalara uğramaktan bütün bütün uzak duramazlar. Zaten âyet bu sataşma eyleminin faillerini “cahiller” olarak nitelemek suretiyle, bu eyleme sebebiyet veren şeyin sırf bir cehalet ve inattan ibaret olduğuna işaret etmekte ve şu anlamı dile getirmektedir:

Onların sataşmaları arkasında mâkul bir gerekçe, onları haklı çıkaracak bir sebep aramayın. Bu tümüyle bir inattan, hakka göz kapayıp kulak tıkamaktan ileri gelen bir cehalet eseridir.

Cahillerin sataşmasına uğramak eğer seçkin kulların kaderinde var ise, onların buna karşı tepkileri ne olacaktır?

Aynen karşılık vermek mi?

Bu, mü’mine yaraşan bir davranış olmaz. Çünkü sataşan, cehaletin gereğini yapmaktadır. Mü’min ise, imanının gereği olan davranışları sergilemekle yükümlüdür. Ondan beklenen güzel ahlâktır, cahillerle aynı seviyede lâf yarıştırmak değildir.

Diğer yandan, düzgün ve seviyeli bir üslûpla sataşmaları cevaplandırmaya kalkmanın da fazla bir anlamı olmaz. Çünkü muhatapların niyeti de, seviyesi de buna müsait değildir. Eğer sataşmalar basit bir bilgisizlikten veya yanlış anlamadan ileri gelseydi, onları doğru şekilde bilgilendirmek ve yanlış anlamaları düzeltmek suretiyle mesel çözüme kavuşturulabilirdi. Oysa âyetin “cahillik” şeklindeki nitelemesi, sadece bilgi yokluğundan ibaret basit bir cehalet değil, hakka karşı körlük edenlerin, ilme karşı direnenlerin, üstelik bir de cahilliğini meziyet sayanların inatçılıklarıdır.

Böylelerine lâf yetiştirmenin kazandıracağı birşey yoktur, ama kaybettireceği şeyler vardır.

Bir defa, cahillere muhatap olmak, bir irtifa kaybı demektir. Bir mü’minin, özellikle Kur’ân’da “Rahmân’ın kulları” olarak nitelenen seçkin kulların, cahillere cevap yetiştirmek için onlarla aynı seviyeye inmesi yakışık almaz.

İkinci olarak, bunda bir vakit ve emek kaybı vardır. Zaten sataşmaların asıl hedefi de mü’minleri böyle bir kayba uğratmaktır. Onlar kendi yollarında giderlerken, imanlarının gereği olan güzel işlerle ve hayırlı hizmetlerle uğraşırlarken, inkâr ve cehaletlerinin gereğini yapanlar da onların yollarına, onları meşgul edecek ve hayırlı işlerden alıkoyacak mayınlar yerleştirmekle meşguldürler. Zira, âyette buyurulduğu gibi, “Herkes seciyesine göre davranır.”[1] İman ehlinden beklenen davranışlar olduğu gibi, inkâr ehlinden beklenecek davranışlar da vardır; herkes kendisine yakışanı yapmaya devam edecektir.

Eğer mü’minler bu durumu dünyanın tabiatı olarak kabul etmeyip de yollarına mayın döşeyenlerle uğraşmaya ve onlardan hınçlarını çıkarmaya kalkarlarsa, daha hayırlı işlerde harcamaları gereken vakit ve enerjilerini bir hiç uğruna tüketmiş olurlar. Bu ise, onların düşmanlarının almak istediği sonucun tâ kendisidir.

Mü’minin, kendisini engellemeye çalışanlara vermesi gereken bir cevap varsa, o da, adımlarını daha serileştirerek yoluna devam etmektir. Sataşanlar ortalığı ne kadar şamataya boğarsa boğsun, bu, bir mü’mini asla telâşa düşürmemelidir. Ne yazık ki, günümüzde pek çok kimse bu zayıf damardan yakalanıyor. Onların bu zayıf damarını keşfeden medya, zaman zaman birtakım “yumuşak noktalar” bularak oralardan ilim ve iman ehline sataşıyor. Kendi haline bırakıldığı takdirde pek kısa zamanda sönüp gidecek olan bu tür yaygaralar, onlara cevap yetiştirmeye kendilerini mecbur bilenler yüzünden daha da alevleniyor ve daha çok iz bırakıyor. Bu arada nice değerli zamanlar, bu horoz döğüşleri uğrunda hebâ olup gidiyor.

Böyle durumlar karşısında Kur’ân bize son derece vakur ve telâşsız bir yol gösteriyor:

Eğilmeden, yılmadan, damarlara basmadan, öfkelenmeden, telâşa kapılmadan…

En önemlisi, hayırlı işlerinden ve yolundan da bir an geride kalmadan…

Eyvallah deyip geçmek!Eğer bu dünyanın halleri karşısında beşerî zaaflarımızın sevkiyle değil de, din ve dünyamızın ışığı olan Kur’ân’ın ilkeleri ile hareket etmeyi benimseyeceksek, ondan alacağımız en önemli hayat derslerinden biri de işte budur.


Ümit Şimşek

Vicdan kalp penceresinden bakar. Akıl gözünü kapasa da vicdanın gözü daima açıktır.(Bediüzzaman Saidi Nursi)


İnsan sevme hissini israf etmemeli.. Kim ne kadar sevilmeye layıksa, onu o kadar sevmeli !* Necip Fazıl Kısakürek*


İyiliğin insanda verme alışkanlığı oluşturduğundan söz etmiştik. Yine bu konuda Kur’an’ın bir ayeti şöyle diyor. “Sevdiğiniz şeylerden hayır için vermedikçe iyiliğe eremezsiniz. Her ne verirseniz Allah onu bilir.” (Ali imran suresi: 3/92)





‎''Yürek yorgun düştü mü, ter gözden akar..''






Gece Giz'ime Aşikârdır.
Dillendirir Hüznümü.Usul usul D/okunur Aşk Kokan Yaralarıma.ve Sabır Çektirir Sonra.İçim Nar,
Avucum Nur.Karanlığı Örterim Günahlarıma.
Niyazımdır, Çıkarır mısın Mevlam Ruhumu Sabahlara...
..





.Sana Bakınca,
Ruhumun Hacegan Yokuşlarda ki Susuzluğu Depreşiyor.

İmtihanın SıRRını, Açığa Çıkardığın SıRRımsın.
Varlığın/SIRRIMA Sır Çekti Bilesin...


Bir Sahabenin Aşk Hikayesi

 
İsmi Mersed ibnu ebi Mersed…
Önemli bir sahabe…

İslamdan önce bir kızı seviyordu…
A...
şık…
İslam yok.. Din yok…ve O bir kıza tutkun…
O İslama girdi ama kız Müslüman olmadı…
O hicret etti…Kız ne Müslüman oldu ne de hicret etti…
Mersed bir kahraman…

Ne yapıyordu?…Medineden Mekkeye ye gidip esirleri kaçırıyordu…
Kahraman!!!…
Rasulullah(sav) ta bu sahabeden memnun…O bir kahraman…
Günlerden birgün Mersed geceyarısı Mekke de…Gizleniyor…

Bu sırada onu eski aşığı görüyor…müşrik bir kadın!…ismi Anak…
Mersedi uzaktan gördü: Bağırdı: -Mersed!!!Mersed!!
Mersed: -Evet Sen kimsin?

-Ben Anak!!!Sevgilin…Aşığın…Mersed rahat bir yaşama ve bir yatağa ne dersin?Eski günlerimiz gibi!!!

-Ya Anak!Allah bizlere zinayı haram kıldı!!!
-Sadece bir gece!…
-Haram!!
-Ya Mersed!!!Hatırlasana!!!

-Maazallah!!!Ben Allah'tan korkuyorum…
(Şeyh Nebil el-Avadi: Ne kadar kız dine bağlandı ama erkek arkadaşını bırakmadı,ne kadar genç dine bağlandı ama kız arkadaşını bırakmadı Sabırlılar nerede?)
Biliyormusunuz Anak ne yaptı? Bağırdı…
-Ey Mekke Ehli…EyMekke Ehli!!!!!!Bu kişi Mersed esirlerinizi kaçırıyor…
Onu açığa çıkardı!
Yani ya haram işlersin yada ölürsün!!!!…

İnsanlar kılıçlarını,hançerlerini kuşandılar ve Mersedi aramaya başladılar.

Mersed kaçtı yanında bir esir vardı, onu sırtında taşıyordu bir çukur buldu ve içine girdi…Mersedin başının yanında durdularda onu bulamadılar...Allah göstertmedi…Kurtuldu…
Medineye gitti…Rasulullah(SAV) e ulaştı…
Biliyor musunuz Mersed ne dedi?
''Ya Rasulallah Anak müşrik bir kadınOnunla evlenmem helal midir?''
(O kadın onun yerini açığa çıkardı!!!Ama yine de helal yoluyla evlenmek istiyor…Aşık! Ama haramı asla düşünmeyen bir adam…)

Rasulullah(sav) cevap vermedi…henüz vahiy inmedi…hüküm yok…Allah'tan gelecek vahiy bekleniyor…
Daha sonra Allah azze ve celle şu ayeti indirdi:

'' Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez; zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenir. Bu, müminlere haram kılınmıştır.'' Nur S3

(Harammmm! Zinaya alışmış bir kadınla evlenmen haram! Vallahi onu seviyorsan bile… Vallahi kalbin ona bağlanmış olsa bile…Gece onun hatıralarıyla uyuyorsan bile…Haram!!!)

Rasulullah(sav):
''Ya Mersed Allah sana bunu haram kıldı'' dedi…


Mersed bu kadını bir daha asla düşünmedi…....

Namazımız ve Engellerimiz!

BU İKİ ÂYETİN ve onları izleyen âyetlerin tehdidinde bir yandan namazın önemini, diğer yandan ibadet özgürlüğünü dile getiren bir vurgu vardır.
Âyette karşılıklı olarak, (1) namazdan, (2) ondan alıkoyan kimseden söz edilmiştir ki, bunlar simgeleşmiş değerlerdir; aynı anlamı taşıyan herşeyi onların ka...
psamında düşünmek gerekir:

Bir tarafta, namaz başta olmak üzere bütün ibadetler, diğer tarafta da insanı ibadetten alıkoyan herkes ve her türlü sebep söz konusudur.

Namazın özellikle zikredilmesi, onun önemini açıkça gösteriyor. O, bütün ibadetleri özetleyen, Müslümanın bütün hayatına yayılan ve onun Müslümanlığının alâmet-i farikası haline gelmiş bir kulluk görevidir. O kadar ki, bir hadiste “İman ile inançsızlık arasında namazın terki vardır”1 buyurulmuştur. Bundan anlaşılıyor ki, namaz kılmayan kimse, onu inkâr niyeti taşımadığı sürece dinden çıkmış olmaz; ancak, bu davranışıyla inancını koruyacak bir destekten yoksun kalmış demektir.

NAMAZDAN alıkoymanın ne anlama geldiğini görmek için, onun insanı hangi şeylerden alıkoyduğuna bakmak da yeterli olabilir. İşte, bir başka âyet bunun cevabını veriyor:

Sana vahyolunan kitabı oku; namazı dosdoğru kıl. Hiç şüphe yok ki namaz fuhşiyattan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak ise en büyük iştir. Ve Allah bütün işlediklerinizi bilir.2

Eğer namaz kötülükten alıkoyuyorsa, namazdan alıkoymak, apaçık bir şekilde, kötülüğe destek vermek anlamına gelir. Bu ister bilinçli olsun, ister bilinçsiz, fark etmez.

Ve bu durum, aynen diğer ibadetler için de geçerlidir. Çünkü namazın bu özelliği, ibadet oluşundan gelen bir özelliktir. Onun için, inanan insanları namazlarından alıkoymak, onların ibadetlerini şu veya bu şekilde engellemek yahut sınırlamak, doğrudan doğruya şer hesabına geçecek bir hareket olur. Buna karşı Kur’ân’ın tehditleri tüyler ürperticidir:

Allah’ın onu gördüğünü bilmez mi?

Hele bir vazgeçmesin, onu alnından yakalarız:

O yalancı, günahkâr alnından.

Çağırsın taraftarlarını!

Biz de zebanileri çağıracağız.3

Âyette geçen “namaz” sözü bütün ibadetleri kapsadığı gibi, “alıkoyma” fiilinden de, ibadetlerin önündeki her türlü engel anlaşılmalıdır. İnsanı namazdan ve kulluk görevlerinden alıkoyan ne varsa, hepsi bu uyarının kapsamı içindedir.

O bazan bir insan veya cin şeytanı olabilir. Veya onlar tarafından insanın önüne serilmiş tuzaklardan bir tuzak olabilir. Yahut insanın kendi kendisine çıkardığı meşgalelerden biri de olabilir. Ayrıntıya girmeye hiç gerek yok; bugün hangimiz etrafımıza şöyle bir bakacak olsak, böyle tuzakların ve meşgalelerin nicesiyle kuşatılmış olduğumuzu görürüz.

Nitekim Kur’ân’ın daha başka âyetleri, bizi, namazdan ve kulluk görevlerimizden alıkoyacak tuzaklara karşı uyarır. Mâide Sûresinin şu âyeti de bunlardan biridir:

Hiç kuşku yok ki, şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bundan vazgeçtiniz, değil mi?4

Bu konu sadece bir özgürlük sorunu olarak ele alınacak olursa, zamanımızın insanı, ibadetleri hususunda çok ciddî ve yaygın engellerle karşı karşıya görülmeyebilir. Fakat işin asıl düşündürücü yanı şurada:

ENGELLERİN büyük çoğunluğu ve en etkili olanları, bir engel şeklinde değil, insanın kendi iradesiyle içine atıldığı meşgaleler halinde beliriyor. Öyle ki, bu engellerin insanı ibadetten alıkoyduğuna dair bir düşünce akıllara bile gelmiyor. Bir geçim derdinin yahut televizyon bağımlılığının insan hayatında namazı ve ibadeti kaçıncı plana ittiğini hesaplayabilecek kimse var mı?

Veya, elimize kalem kâğıdı alıp da, günlük hayatımızda bizi ibadetten alıkoyan sebepleri bir sıralamaya kalkacak olsak, nasıl bir listeyle masa başından kalkardık dersiniz?

“Sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın”5 âyeti indiği zaman, Allah Resulünün Sahâbîleri, “Bizi namazdan alıkoyan şeye bizim ihtiyacımız yok” diyerek, o güne kadar içmekte oldukları içkiyi toptan terk etmişlerdi.

“Gördün mü namaz kılacak olan kulu bundan alıkoyanı?” âyeti de, arkadan gelen şiddetli uyarılarıyla birlikte, bizi, öyle bir duyarlılığa çağırıyor.
__________________________
1-Tirmizî, İman: 9.

2- Ankebut Sûresi, 29:45.

3- Alâk Sûresi, 96:14-18.

4-Mâide Sûresi, 5:90.

5-Nisâ Sûresi, 4:43

Ümit Şimşek

PEYGAMBER ve ÇOCUK TERBİYESİ
SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ’İN çocuklarla ilişkisi, her şeyden önce, bir şefkât ve merhamet ilişkisiydi. O (a.s.m.) nerede bir çocuk görse, kalbindeki şefkât duygusu kabaran dalgalar gibi coşar ve hemen karşısındaki çocuğa bir sevgi davranışına dönüşürdü.
Bundan, sadece kendi kanından olan sevgili torun...
ları Hasan, Hüseyin ve yakın akrabaları değil, Medine’nin tüm çocukları da nasiplerini alırdı. Onun çocuklara sevgisi, sırf asabiye ve kan bağına dayalı bir sevgi değildi.
Bütün çocuklara merhamet

BAŞTA anababası yerine Peygamberimiz’i tercih eden küçük Zeyd olmak üzere, babası savaşta şehit olan bazı yetim çocukları, sevgili Peygamberimiz’in “Benim baban, Aişe’nin de annen olmasını ister misin?” diyerek onları evlâtlığı olarak büyütmesi ve kendi torunlarından ayırmaması; yine Medine’ye hicret ettiğinde Ümmü Süleym adında bir kadının işlerini görmesi için kendisine hediye ettiği Enes’i tüm şefkât ve merhametiyle bağrına basması ve gün içinde yanından ayırmaması, Onun (a.s.m.) sadece kan bağıyla bağlı olduğu kendi çocukları ve torunlarına sevgi duymadığının, bütün çocukları bağrına bastığının en büyük delilleriydi.

Halbuki, Sevgili Peygamberimiz’in yaşadığı dönemde, bırakalım başkalarının çocuklarını, aile büyükleri kendi çocuklarına bile sevgi ifadesinde bulunmazlardı. Hele kız çocukları, o sevgiden tamamen mahrumdular. Asabiye ve kan bağıyla birbirlerine bağlı bulunan kabileler, kabile onur ve gururları adına, kız çocuklara hiç de iyi gözle bakmazlardı. Babalar, oğulları oldu mu gururlanır, kızları oldu mu sanki başına bir felâket gelmiş gibi başları öne eğilirdi.

Evrensel değerlerin ötesinde bir fazilet

ERKEK ÇOCUK, güç ve asâlet demekti. Bir erkek çocuk büyüdüğünde, o zamanlar çok önemli olan ailenin ve kabilenin güvenliğine katkıda bulunabilir, gerektiğinde eski kan davalarının hesabını sorabilir, ticaret için kervanla uzak diyarlara gidebilir, ailenin ve kabilenin soyadını devam ettirebilirdi. Ama kız çocukları, aile ve kabile açısından bir zayıflık işaretiydi. Canları ve namusları, sürekli korunmak ve kollanmak zorundaydı.

İşte sevgili Peygamberimiz, elçisi olduğu hak din ile, bu bozuk toplumsal yapıyı düzeltip medeniyet ve insanlık adına imrenilecek bir düzeye yükseltti. İnsanların fazilet anlayışını ve değerlerini, kendi benlik, aile ve kabile sınırlarının çok ötesine, evrensel değerlerin de ötesine; denizlerin diplerine ve semavâtın en yükseklerine kadar yükseltti.

Bunu, cahillere edilmiş birkaç sözle başarmadı. Allah’ın inayeti ve yardımıyla, onların kalplerinde derin etkiler bırakacak örnek davranışlar sundu.

Küçük Ümame örneği

MESELÂ, o zamana kadar kız çocuklarına iyi gözle bakmayanlara ders olacak şekilde, küçük kız torunu Ümame’yle birlikte mescide gitti. Orada, Allah’ın Elçisi’ni kucağında bir çocukla görenler önce şaşırdılar. Hele bu çocuğun bir kız çocuk olması onlar için daha da garipsenecek bir durumdu.

Herkes, Peygamberimiz’in, namaza durmadan önce küçük Ümame’yi yere bırakacağını düşünüyordu. Ama öyle olmadı. Sevgili Peygamberimiz, kucağında Ümame olduğu halde namaza durdu. Secdeye gidince onu yere koydu. Ayağa kalktığında ise, tekrar kucağına aldı. Ve namazı bu şekilde tamamladı. Namaz gibi, bir mü’min için en önemli bir ibadet sırasında Peygamberimiz’in bu davranışı, onların eski kabile anlayışlarını kırmada elbette büyük bir etki yapmıştı.

Peygamberimiz’in bu davranışında bir abartı var mıydı?

Elbette hayır!.. Küçük Ümame, kendi akranı olan diğer tüm çocuklar gibi, aralarında tanımadığı insanların olduğu kalabalık bir ortamda tek başına bırakıldığı takdirde, tedirgin olur ve emniyet duygusu kaybolabilirdi. “Bağlanma” duygusuna, günümüz psikoloji anlayışı da ısrarla vurgu yapmaktadır. Küçük Ümame, o kalabalık içinde, ancak bağlılık hissi taşıdığı insanın yakınında, tercihen de kucağında durarak kendini güvende hissedebilirdi.

Namaz bile katı kurallı değilse…

ÖTE TARAFTAN, Peygamberimiz de, Ümame’yi bir kenara bıraksaydı, şefkâtten kaynaklanan merak ve tedirginlikle, namazda huşû ve huzuru yakalayamazdı. Sevgili Peygamberimiz’in namaz sırasında Ümame’yi kucağına almasıyla Allah’ın bir doğruyu yaparken—o doğru, namaz bile olsa—diğer taraftan bir yanlışa girilmesine razı olmadığını anlıyoruz.

Şunu da anlıyoruz ki, Cenab-ı Hakk, namaz gibi pozisyonları ve duruşları belli olan bir ibadeti bile, katı bir disiplin olarak sunmuyor kullarına. Ve çocuğun sevgi ve güven ihtiyacını, namaz gibi bir ibadet sırasında bile gözetiyor. Daha da açıkçası, çocuk İslâm’da o kadar merkezî bir yerde duruyor ki, namaz bile onun gelişim ve ihtiyaçları (sevgi, güven, vs.) söz konusu olduğunda esnetiliyor. Burada, çocuğun özgür hareketine çok büyük bir saygı gösterilmesi söz konusu.

Acaba günümüz okul eğitimini bu açıdan değerlendirsek, nasıl bir sonuç çıkar ortaya? Meselâ, öğretmenlerin sınıfta öğrencileri saatlerce aynı pozisyonda oturtmaları, çocukların gelişim ihtiyaçlarını gerçekten gözetiyor mu? En başta, kendi tercihlerinin sonucunu görebilecek özgürlükten çocuklar mahrum kalmış olmuyor mu?

Üstelik ders bir namaz değildir. O halde, niçin namazdan bile daha katı kurallar hüküm sürüyor sınıfta? Cevap belli aslında: Günümüz eğitimi, çocukların ihtiyaçlarına göre değil, ülkenin-devletin ihtiyaçlarına göre şekilleniyor. Ne zaman özgürlükten söz açılsa din bu konuda mahkûm edilir, ama günümüz eğitiminde—objektif ölçüler ortaya konduğunda—gizli bir “çocuk karşıtlığı”nın hüküm sürdüğünü inkâr etmek hiç de kolay değildir.

Terbiye için özgür hareket

ELBETTE Sevgili Peygamberimiz’in namaz sırasında çocuklara olan şefkâtinin tek örneği, küçük Ümame’yle sınırlı değildi. Sabah namazlarını uzun kıldıran Peygamberimiz, cemaatin arkasında bir çocuk sesi duyduğunda, annesi üzülmesin ve çocuğuyla ilgilenebilsin diye namazı kısa tutardı.

Yine, bir keresinde, Peygamberimiz namaz kılarken secdede çok uzun süre durmuştu. Herkes bekliyordu ve secdenin neden bu kadar uzun sürdüğünü merak ediyordu. Hatta, Peygamberimiz’e bir şey olduğundan kuşkulanmaya başlamışlardı. Onlardan biri, durumu anlamak için başını secdeden kaldırıp baktığında bir de ne görsün! Torunlarından biri, Sevgili Dedesi’nin sırtına çıkmış.

Namazdan sonra, cemaattekilerin sorusu karşısında, Sevgili Peygamberimiz’in cevabı şöyle olmuştu: “Torunum namazda sırtıma bindi. O sırtımdan inene kadar öylece durdum. Acele edip oyununu bozmak istemedim.”

Peygamberimiz bu tavrıyla, gelişme için hayatî öneme sahip olan çocuğun oyununa ve hareket özgürlüğüne saygı göstermişti. Bu saygı, çocuğun büyüdüğünde kendi tercihlerinin sonucunu yeterince bilebilmesi için gerekliydi.

Merhamet-adalet dengesi

İŞTE Hazreti Peygamber çocuklara karşı bu kadar şefkât ve merhamet hisleriyle doluydu. Peki, bu şefkât ve merhamet, acaba çocukların iyi terbiye almasına mani olmuyor muydu? Çocuklar, bu kadar merhametle yaklaşıldığında şımararak terbiye çizgisinin dışına taşmıyorlar mıydı?

Hiç kuşkusuz, hayır!.. Çünkü, Sevgili Peygamberimiz’in çocuklara gösterdiği merhamet, sadece hissî ve nefsî bir merhamet değildi. Dolayısıyla, merhameti sebebiyle ne aşırılıklara savrulur, ne de zikzaklı bir pozisyona düşerek çocuk karşısında adil davranışı sergilemekten geri kalırdı. Onun merhameti, sadece hissî olmayıp aynı zamanda iradî ve şuurî olduğu için, adalet ve hukuk çizgisinin dışına taşmazdı. Ama öte taraftan, adaleti de, merhamet duygusuna mani olmazdı.

Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, Medine’de yetim bir çocuk, bir sahabi ve Peygamberimiz arasında yaşanan şu olayda görülebilir:

Medine’de yetim bir çocuk vardı. Bu yetim çocuk ile, Peygamberimiz’in sahabilerinden birisi arasında, bir hurma ağacı yüzünden küçük bir anlaşmazlık çıktı. Tartıştılar, ama meseleyi çözemediler. “En iyisi Peygamberimiz’e danışalım, o nasıl olsa en doğru kararı verir” dediler.

Sevgili Peygamberimiz, her ikisini de dinledi. Onlar da şikâyetlerini bir bir anlattılar. Peygamberimiz, sahabinin haklı olduğunu söyledi ve ağacı ona verdi. Çocuklara olan merhameti, doğru olanı söylemesine mani olmadı. Böylece adaleti en net şekilde ortaya koymuş oldu. Fakat bu durum karşısında doğal olarak yetim çocuk ağlamaya başladı.

Olaya burada bir ara verelim ve şu soruyu düşünelim: “Acaba sevgili Peygamberimiz bu durum karşısında ne yapmış olabilir; merhamet ve acıma duygusuyla, acaba, verdiği karardan dönmüş olabilir mi?”

Tahmin edileceği gibi, hayır! Ama merhameti sebebiyle ağlamakta olan yetim çocuğu o hâlde bırakmaya da asla müsaade etmezdi. Sevgili Peygamberimiz, hemen, sahabiden ağacı yetime bağışlamasını istedi. Ancak sahabi, o ağaca ihtiyacı olduğunu söyledi ve özür dileyerek bunu yapamayacağını anlattı.

Hak, haktır!

YETİM çocuk ağlıyor, o ağladıkça Sevgili Peygamberimiz daha çok üzülüyordu. Ama tüm bunlar Peygamberimiz’in adaletten bir milim bile geri adım atmasına yol açmıyordu. Örneğin, hissî bir merhamet duygusuyla ağacı vermek istemeyen sahabiye yönelip, “Bir yetime bu yapılır mı? Sen ne biçim Müslümansın?” diye çıkışmamıştı. Çünkü hak, haktı. Rıza olmadıkça, hangi gerekçeyle olursa olsun, hiçbir hakka el uzatılamazdı.

Neyse ki, olanı biteni seyredelerin arasında Sabit bin Dahdaha adında bir başka sahabi vardı. Peygamberimiz, yetimin üzülmesine üzülürken, Sabit de Peygamberimiz’in üzülmesine üzülüyordu. “Ey Allah’ın elçisi, benim hurma ağaçlarımdan bir tanesini bu yetime versem olur mu?” dedi. Peygamberimiz teklife çok sevindi. “Bunun karşılığı, Cennette seni bekleyen bir hurma ağacıdır!” dedi.

Ve Sabit bin Dahdaha, az önceki hurma ağacını sahibinden satın alarak, yetim çocuğa hediye etti. Böylece yetim çocuk sevinmiş ve Sevgili Peygamberimiz de bu sorunun çözümlenmesine sevinmişti.

Şimdi tekrar duralım ve düşünelim: Farzedelim ki, Sabit bin Dahdaha bu olay sırasında orada bulunmamış olsun. Acaba Sevgili Peygamberimiz’in tavrı nasıl olurdu?

Yanıt: Adalet çizgisinden yine şaşmaz, ama o yetimin ağlamasını dindirmek için gerekirse borç para bulur ve o yetime o ağacı yine alırdı. Kesin olan şu ki, o yetimi o hâlde asla bırakmazdı.

Terbiye ve takip

SEVGİLİ Peygamberimiz’in merhametin çağlayana dönüştüğü çocuklara muamelede bile, adaleti en ince ölçüsünde gerçekleştirme hususunda gösterdiği itina, hakikaten, göz kamaştırıcıdır. Bu tutumu, çocuklar arasındaki eşitlik ve adaleti gözetmede iyice belirginleşir.

Bir gece, Hasan ve Hüseyin uyuyorlardı. Bir ara, Hasan uyandı ve su istedi. Allah’ın Elçisi, derhal yerinden kalktı ve su kırbasından bir bardağa su doldurdu. Tam o sırada, Hüseyin de uyanıp su istemesin mi? Sevgili Peygamberimiz, bardağa doldurduğu suyu önce Hasan’a verdi.

Fatıma anamız bunu görünce, “Hasan’ı daha çok seviyorsunuz galiba?” dedi. Peygamberimiz ise, “Hayır, fakat önce o istedi” diye karşılık verdi.

Bu olayda da görüleceği üzere, Sevgili Peygamberimiz’in çocuk terbiyesindeki yaklaşımı, şefkât ve adalet üzerine kuruluydu. Ancak, Allah’ın Elçisi, çocuklarla olan ilişkisinde onların güzelce terbiye olmalarında, bir başka çok önemli hususa daha dikkat ederdi. Onlara bir görev verdiği zaman muhakkak takip eder, işin sonucunu öğrenmeye azamî dikkat sarfederdi.

Oysa, bugün bazı yetişkinler çocukları başlarından savmak için onlara bir iş verip arkasını hiç takip etmezler. Sizce bu, çocukların verilen işin önemsiz olduğunu, yapmaları ile yapmamaları arasında pek bir fark bulunmadığını düşünmelerine yol açmaz mı?

Hâlbuki Sevgili Peygamberimiz, verdiği en küçük bir işi bile takip ederdi. Günlerden bir gün, bir çocuğa birine annesine götürmesi için bir salkım üzüm verdi. Çocukcağız, üzümü aldı ve evine doğru yola çıktı. Ama yolda dayanamadı ve üzümü yedi bitirdi.

Birkaç gün sonra, Sevgili Peygamberimiz ona, üzümü annesine götürüp götürmediğini sordu. Çocuk: “Yiyiverdim ben onu!” dedi. Peygamberimiz ona kızmadı, ama “seni vefasız” diyerek yaptığı hareketin yanlışlığını ortaya koymaktan da geri durmadı.

Terbiyede kararlılık

AYNI TAKİP, Peygamberimiz’in yanında yetişen Enes için de geçerliydi. Peygamberimiz, bir gün Enes’ten bir yere gitmesini istedi. Ancak Enes yola çıktı, yarı yolda, sokak aralarında oynayan çocuklarla karşılaştı. Onları seyrederken, kendini oyuna kaptırıverdi.

Bir ara serin ve yumuşak bir elin kendisini ensesinden tuttuğunu farketti. Döndü baktı, arkasında Peygamberimiz’i gördü. Kendisine gülümseyerek, “Söylediğim yere gittin mi?” diye sordu. Enes ise “Hemen gidiyorum” diye cevap verdi.

Tüm bu örneklerden anlaşılıyor ki, Sevgili Peygamberimiz çocuk eğitimi ve terbiyesinde “kararlılık”la hareket ediyordu. Çocuklar, onun yanındayken hakkının yenmeyeceğini gayet iyi biliyordu. Ve yine biliyorlardı ki, Peygamber onlardan asla sevgi ve merhamet esirgemezdi. Böylece Peygamberimiz, onlar için mıknatıs gibi bir cazibe merkezi ve dolayısıyla “en güzel örnek” oluyordu.

Bununla birlikte, Sevgili Peygamberimiz, çocukların yaratılışı icabı kendisi gibi kararlılıkla hareket edemeyeceğini çok iyi biliyordu. O yüzdendir ki, uzun yıllar yanında kalan Enes’e, yaptığı bir iş için “Şu işi neden yaptın?” veya yapmadığı bir iş için “Şu işi neden yapmadın?” diye bir kez olsun sormamıştı. Aile üyeleri arasında bu yönde davrananları da, bundan menederdi.

Şimdiki zamanda terbiye!

BİR BAŞKA İFADEYLE, Peygamberimiz’in çocuk eğitiminde, geçmiş ve geçmişi sorgulamak, geçmişteki hareketleri sebebiyle çocuğu eleştirmek, kınamak, suçlu çıkarmak asla yoktu. Zira çocuk, dinen, yaptığı hareketlerden mes’ul değildi. Mes’ul olmayana ise ceza ve suçlama isnat edilemezdi. Çocuk terbiyesinin geçmişe taalluk eden tek yanı, “Şu işi yaptın mı?” şeklinde yukarıda ifade ettiğimiz verilen görevin takibi meselesiydi. Bir de, bu anlayış içinde, “geçmişin şimdiki zamana taşınması” anlamında hikâye ve kıssalar işe yarayabilirdi.

Peki ya, gelecek? Gelecek de, tıpkı geçmiş gibi, Peygamberimiz’in çocuk terbiyesi anlayışında yeri olmayan bir zaman dilimiydi. Dolayısıyla, Sevgili Peygamberimiz, Veda Hutbesi’nde yaptığı türden bir konuşmayı, yani gelecekte nelere dikkat edilmesi gerektiğine dair bir nutku, çocuklara yönelik olarak yapmamıştı. Bu tarz bir konuşmanın, algı ve kavrayışı şimdiki zamana kilitli olan çocuklar açısından bir faydası olmayacağını hepimizden iyi biliyordu.

Allah’ın Elçisi, çocuk eğitiminde esas olarak “burada ve şimdi” ilkesine uygun olarak, şimdiki zamanı kullanmaktaydı. Böylece, çocuk olayı yaşarken ve yaparken, terbiye olabiliyordu. Nitekim, Sevgili Peygamberimiz, eşi Ümmü Seleme’nin ilk kocasından olma Ömer adında oğlu sofradaki tek kap yemeğin her köşesinden bir lokma alınca, hemen ona şu uyarıyı yapmıştı: “Oğulcuğum, besmele çek, sağ elinle ye ve sadece kendi önünden ye!”

Yine, kendisine gelen şikâyet üzerine bir hurma ağacını taşlayan çocuğa, “Hurma ağaçlarına taş atma. Yere düşmüş ve henüz çürümemiş olan hurmaları al ve onları ye!” diye öğüt vermiş ve sonra da hayır dualar ederek, o çocuğu evine göndermişti.

İşte, Sevgili Peygamberimiz’in çocuğa yaklaşımı ve eğitim uygulamaları böyleydi. Onun nezaretinde büyüyen çocuklar, zamanından çok önce büyük bir olgunluğa erişiyordu. Hasan ve Hüseyin, daha 9-10 yaşında iken o terbiyeden aldıkları olgunlukla, yanlış abdest alan bir ihtiyara, kusurunu yüzüne vurmadan, “Amca bir bakar mısın, hangimiz doğru abdest alıyoruz?” diyerek, doğru abdesti öğretebiliyordu.

İçinde bulunduğumuz şu Ramazan ayında, şu güzel ayda, çocuklarımızın terbiyesinde sözü edilen hususlara daha bir özen gösterelim lütfen. Camiye gelen çocuklarımıza, şefkâtle muamele edelim; onların kalbini kıracak davranışlardan şiddetle kaçınalım.

Ne mutlu çocukların terbiyesinde şanlı Nebi’nin (a.s.m) izinden gidenlere!
Ömer Baldık