23.05.2013

 
 
 
 
Ebû Mûsa (radiyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) herhangi bir işi için bir adam gönderse şu tembihte bulunurdu: "Sevindirin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın." [(Ebû Dâvud, Edep 20 Müslim, Cihâd 6)]

 

 

"Boşluk yok bu âlemde!"

 
 
 
 
Duyduğu ürkütücü sesle gayriihtiyarî irkildi. Gördüğü manzara karşısında şaşırıp kaldı. Yaprak, bağlı olduğu daldan ayrılmış, yere doğru yol alıyordu. Dünyasını gürültüye boğan bu ayrılığın sesiydi. "Bu bir kopuş mu, yoksa doğuş mu?" dedi. Ne olacak bundan sonra diye düşünürken, diline, her zaman tekrar ettiği "Boşluk yok bu âlemde!" cümlesi takıldı.

Tomurcukken, etrafında pek çok yaprak görmüştü. Bir müddet sonra da dalların çiçeklerle süslendiğini… Yapraklar ve çiçekler, gün geçtikçe birbirlerinden ayrılmaz hâle gelmişlerdi. Yaşlı ağacın dallarında saadet içinde bahar nağmeleri söylüyorlardı. Enselerinde ayrılığın soğuk rüzgârlarını hissedene kadar sürmüştü bu şarkı.

O gün canı gibi sevdiği arkadaşlarının sağa sola itilip kakıldığını gördüğünde yaprak çılgına dönmüştü. Ağaca, neden çiçeklere sahip çıkmadığını sormuştu. Ağaçsa her şey normalmiş gibi tebessüm ederek şunları fısıldadı:


"Evlâdım, bu âlemde boşluk yok. Her şey bir plân çerçevesinde cereyan ediyor. Bütün olanlar, kader kitabının bir cümlesi, şiirinin bir mısrasıdır. Ben daha çekirdek iken, ileride hayat bulup ağaç olacağım yazılıydı. Biz başıboş sayılır mıyız sence? Beni emanet olarak bağrında taşıyan çekirdek, çürümeyi kabullenmeyip isyan etseydi, bugün sen ve ben baharın senfonisini dinleyebilir miydik? Biz bu zaman nehrinde küçücük köpükten başka bir şey değiliz. Bu hakikati kavrayanlar, küçüklükten kurtulup büyük olurken; yalanlarla kendilerini avutanlar, zilletleri sebebiyle gülünç duruma düşeceklerdir. Sen de gel bu gülünç durumu bırak ve hâdiseleri olgunlukla karşılayarak perde arkasındaki hikmetlerden lezzet al. Bir nehir ki akar Arş'tan durmadan / Yıkan sen de fırsatın kaybolmadan."
Yaprak, ağacın dediklerinden bir şey anlamasa da, birazcık teskin olduğunu hissetmişti. Havada uçuşan çiçeklerden birisi yaprağa çarptığında, arkadaşı yere düşmesin diye onu yakalamak istemişti. Lakin çiçek ondan kaçmış ve yaprak bu duruma hayretle bakakalmıştı. Bu kaybolup gitmede ne güzellik olabilir, diye düşünmüştü. Sorularına cevap bulmadan rahat edemiyordu. Bir müddet sonra, çiçeklerin terk edip gittiği yeri nazenin meyveler alınca hatasını ancak anlayabilmişti. Onlarla kurduğu dostluk sebebiyle, artık çiçeklerin yokluğunu hiç hatırlamıyordu.

Çiçeklerin vazifesinin meyvelere zemin hazırlamak olduğunu ve gitmelerinde ne büyük hikmetler bulunduğunu anlayınca ağaçtan özür dilemişti. Ağaç da her zamanki gibi olgunca davranmış, bilge ihtiyar edasıyla nasihat etmişti:

"Demek ki bu âlemde boşluk olmadığını anladın. Senin de buradan gideceğini bilmeni isterim. Ama sen daha güzel bir şey için gideceksin. Toprakta çürüdükten sonra, tekrar dirileceksin. Çürümek yokluk âlemine gitmek değildir, bilakis yeni bir hayata ayak basmak demektir. Bize bu kadar lütufta bulunan Merhameti Sonsuz, bizi yokluğa atmakla rahmetini kesmez."
Yaprak bir defa daha "Boşluk yok bu âlemde!" diyerek daldığı hatıralarından ayrıldı. Her gün meltemlerinde arkadaşlarıyla oynaştığı rüzgârın kollarında süzülüp duruyordu. Rüzgâr da onu çok severdi. O, her gelişinde üst başına bulaşmış kirleri temizlerdi. Yaprak içini kasıp kavuran ayrılık acısını dostuyla sarmaş dolaş olarak azaltmaya çalışıyordu. Rüzgâr onun bu üzüntüsünü anlayınca, kendisine her zaman iyilikte bulunan arkadaşının derdine ortak olmak istedi. Serin nefesiyle yaprağı yükseklere kaldırdı:

— Ne o dostum, üzgün görünüyorsun?
— Olan bitene bir itirazım veya bir isyanım yok, ama... Düşünüyorum da bu kadar büyük âlemde küçücük bir yaprağa kim önem verir ki?
Rüzgâr dostunu neşelendirmek için onu bir yukarı bir aşağı indirip duruyordu.
— Ah be dostum, sanki bu âlemde herkesin önemi bizatihi kendisinden midir ki, sen önemsizliğine üzülüyorsun. Kim değerliyse, bu değer ona bir lütuftur. Verilmişse öpüp başına koyacaksın. Bunu `Ben kazandım.` böbürlenmesi yanlış olduğu gibi, ben bir hiçim nankörlüğü de yanlıştır. Bak ne güzel elbiselerin ve vazifen var.
— Peki, sen neden zerreciklerimi bir bir temizliyordun? Neden bu kadar küçük zerrelerin, atomların önemi yok demiyordun?
— Ne bileyim, vazifem o idi ve ben de yapıyordum.
— Hah işte, sana o vazifeyi gördüren Zât, benim her zerremi her an biliyor ve yönetiyor demektir. Benim bütün zerreciklerim başıboş olsaydı ben onları bir yöne yürütüp esebilir miydim hiç? Benim minnacık zerrelerimi unutmuyorsa, senin gibi önemli işler gördürdüğü birini hiç unutmaz. Hadi gel seninle varlıklar arasındaki yardımlaşma zemzemesini dinlemeye çıkalım. Orada sorularına daha iyi cevap bulursun.

Rüzgâr yavaş yavaş solgunlaşan yaprağı yükseltip etraftaki canlıları seyrettirdi. Bitki ve ağaçlar meyveye durmanın telâşındaydılar. Şefkat denizinde yüzen varlıklar, birbirlerinin yardımına koşuşturuluyordu.

Yaprak bakışlarını kaldırıp, endamını şefkatle ısıtan güneşe bakmak istedi. En sevdiği şey, her sabah güneşle cilveleşmekti. Doğduğundan beri onun sıcak ikliminde mutlu bir hayat sürmüştü. Gece kaybolduğunda, sabaha kadar sabırsızlıkla onun geri gelmesini beklerdi. Güneşle vakit geçirdiği zaman ondan aldığı ışınlarla içindeki kirli havayı temizlerdi. Bu dostluktan doğan tertemiz nefes etraftaki herkese hayat azığı oluyordu.

Güneş, yaprağın, arkadaşı rüzgârla düşünceli bir şekilde gezdiğini görünce, onu daha bir şefkatle ısıtmaya başladı.

— Kardeşim, demek senin de vuslat vaktin geldi. Lakin düşüncelisin biraz. Bir meselen mi var?
— Rüzgâr bana onun her zerresinden haberdar olan birisinin olduğunu söyledi. O Zât`ın beni göreceğini ve kollayacağını bildirdi. Bunu bir türlü anlayamıyorum. Nasıl olur da benim gibi sayısız denebilecek yaprakları, hattâ onların zerrelerini bilsin ve yönetsin, ama birbirine karıştırmasın. Bu kadar karışık ve sayısız işlerin üstesinden nasıl geliyor bir türlü kavrayamıyorum.
— Ben de senin gibi bu âlemde misafirim. Herkes gibi sınırlı ve fânîyim. Vazifemse, yeryüzündeki herkesi ısıtmak ve ışıklandırmaktır biliyorsun. Ben bu vazifeyi yaparken sayısız yaprağı, ağacı.. kısacası herkesi ısıtıyorum. Lakin bu görevimi icra ettiğim zaman hiç kimse nazarımdan kaçmaz. Milyonlarca yaprağı ısıtmam seni ısıtmama mânî değildir. Seninle olan dostluğum başkalarının dostluğuna engel olmaz. Sen benden uzak olsan da, ben sana yakınım. Şimdi, ben bu vazifeyle yükümlüysem bu vazifeyi bana veren, bunun daha ötesini yapamaz mı? Hepimizin arasına bu kadar sevgi ve yardımlaşma kanununu koyan, sevmez ve merhamet etmez mi?

Yaprak, dostlarının, mantıklı açıklamalarla sorularını cevapladıkça kendisini fevkalâde mutlu hissediyordu. Artık akıbetinden korkmuyordu. Toprakta çürümeyi yokluğa atılmak, unutulmak gibi görmüyordu. İçinde yeni bir yolculuğa çıkmanın heyecanı kıpırdıyordu. Yolunu bekleyen bir sevgilinin aşkı beliriyordu içinde. Bir ân önce kavuşmak istiyordu. Yaprağın ruh hâlini anlayan rüzgâr, dostunu daha fazla yormamak için onu yavaş yavaş yere indirmeye başladı. Yaprak son defa ağaca ve dostlarına bakıp onlarla vedalaştı. Cismini her zerresi emir altında olan rüzgâra teslim etti. Dostunun başıboş olmadığını biliyordu. Onun götüreceği yerin kendisinin kaderi olduğuna inanıyordu.

Rüzgâr, yaprağı usulca toprak zemine indirdi. Son defa dostunu hafifçe okşayıp oradan ayrıldı. Yaprak, anne kucağını andıran güven ve sıcaklığı toprakta buldu. Kendisini fevkalâde güçsüz ve solgun hissediyordu. Sabırsızlıkla vücudunun parçalanıp toprağa karışmasını bekliyordu. Buğulu nazarlarla ölüp tekrar dirilip yüksekçe bir yerde durduğunu görüyor gibiydi. Güneş ve rüzgârdan sonra şimdi kendisini yalnız bırakmayan toprağı görünce, ağacın dediklerini daha iyi anlıyordu. Göremediği bir Zât'ın kendisinden her an haberdar olduğuna adı gibi emindi. Fer kalmayan dudaklarını güçlükle hareket ettirip, son defa
"Boşluk yok bu âlemde!"
dedi.
 
 
 
 Abdülgafur Neft ÇALALI / Deneme
 
 
 
 


Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.
Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.”

(Ankebut suresi. 45 ayet)
 
 
 

Okunmalı..!


 
 
 
 
 
Peygamber(Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın Sünnetini Doğru Anlıyor muyuz?
“Kim bana itaat ederse, muhakkak ki Allah’a itaat etmiştir. Kim de bana isyan ederse muhakkak ki Allah’a isyan etmiştir.”
(Kütüb-i Sitte)

 Müminlerin dostu olan ve onlara hayır yolları açan Rabbimiz, Kur’an’da Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın müminler için bir koruyucu ve yönetici olduğunu bildirir. Bu sebeple Müslümanlar her konuda Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem)’a danışır, onun fikrini ve rızasını alarak bir işe başlarlardı. Ayrıca aralarında anla...şmazlığa düştükleri konularda, Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın önerdiği çözüm veya yöntemleri uygularlardı. Bu, Allah’ın birçok hayrı ve hikmeti olan önemli bir emridir. Örneğin, Yüce Allah (Celle Calâluhu)bir ayetinde, tüm haberlerin peygambere veya onun kendisine vekil kıldığı kişilere iletilmesini emreder.
 

“Kendilerine güven veya korku haberi geldiğinde, onu yaygınlaştırıverirler. Oysa bunu peygambere ve kendilerinden olan emir sahiplerine götürmüş olsalardı, onlardan ‘sonuç-çıkarabilenler’ onu bilirlerdi. Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, azınız hariç herhalde şeytana uymuştunuz.” (Nisa Suresi, 83)

 Allah’ın elçilerinin her emri Allah’ın koruması altındadır. Elçilerin her sözü, her kararı, müminlere ve tüm insanlara hayır ve güzellik getirir. İnanan insan, Allah’ın ve elçisinin emirlerini gönülden boyun eğerek uygular; onun sözlerine itaat ederken kalbinde en küçük bir sıkıntı da duymaz. Allah’ın ve elçisinin hükmettiği her şeyin en doğru ve en hayırlısı olduğunu bilir. Kimi zaman şeytan, elçinin söylediğinden daha farklı bir şey yapmasını fısıldasa da, mümin en hayırlı yolun elçinin gösterdiği yol olduğunun bilincinde olarak hareket eder. Bu davranış ise insanın samimi imanından kaynaklanır.


Peygamber(Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın sünneti, Kur’an’dan ayrı değildir. Kur’an’ın Allah resûlü tarafından ortaya konmuş yorumudur; Kur’an’ın hayata geçirilmesidir. Sünneti önemli görmemek, Peygamber(asm)’ın dindeki yerini anlayamamaktır. O ticaretten sağlığa, günlük hayattan eğitime kadar her konuda ümmetini bilgilendirmiştir.

Kur’an’ı tüm hayatına uygulamış olan Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın sünneti konusunda, müminler için tevilde bulunma ve itaatsizliğe yer yoktur. Şöyle buyuruyor Rabbimiz;


“Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman, mümin bir kadın ve mümin bir erkek için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.” (Ahzab Suresi, 36)

Elçinin verdiği hükme kalpte tam bir teslimiyetin bulunmaması durumu ise, ayetlerde belirtildiğine göre o kişinin gerçekte iman etmemiş olduğunun bir delilidir. Bir insan, görünürde itaatli bir tavır gösterebilir, söylenenleri eksiksiz olarak yerine getirebilir. Ancak o kişi, kalbi tam anlamıyla tatmin bulmuş olarak itaat etmediği sürece gerçekten iman etmiş sayılmaz. Çünkü böyle bir davranış, o kişinin kalbinde Allah ve elçisi hakkında birtakım şüphe ve kuruntular taşıdığını gösterir. İçten bir itaate sahip olmaması, yalnızca fiziksel bir teslimiyet gösteriyor olması, kişinin yaptığı işlerin de boşa gitmesine sebep olabilir. Görünüşte itaat etmiştir ama ahirette bunlardan dolayı karşılık görmeyebilir. İtaat, görünür yani zahiri değil, ‘batıni’ olmalıdır. Bu yüzden mümin, kendi dünyevi çıkarlarına ters düşse bile, Allah’ın elçisinden gelen bir hükmü içten bir sevinç ile karşılamalı, teslimiyeti kalbinde hissetmelidir. Hak olan bir karar karşısında üzülüp sıkıntı duymak, imanla çelişen bir tavırdır ve isyan anlamındadır.
 

“Sen Büyük Bir Ahlâk Üzerindesin”
 Peygamber(Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın üstün ahlâkı ile yaptığı uygulamalar Kur’an’ın âdeta canlı yorumudur ve bize en güzel örnektir: “Ümmetimin fesad zamanında, unutulmuş sünnetlerimden birini ihya edene yüz şehid sevabı verilir.” (İbn-i Mace)
buyuruyor Resûlullah(Sallallahu aleyhi ve sellem).
Ve o zaman yaklaşmış görünüyor. O halde bu güzel karşılığa lâyık olabilmek için O’nun sünnetine sarılmak çok önemlidir. İslam alemindeki geri kalmışlığın önemli sebeplerinden biri Kur’an’dan ve Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın sünnetinden uzaklaşılmış olmasıdır. Halıkı bir, dini bir, Peygamberi bir olan Müslümanlar bu bilinci yaşamaya çalıştıklarında, sarp yokuşlar aşılacaktır
.

 Allah’ın, “şüphesiz sen pek büyük bir ahlak üzerindesin.” (Kalem Suresi, 4) 


 Hz. Aişe(radıyallâhu anhumâ), Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın güzel ahlâkını, “Çirkin söz söylemezdi. Hayâ, terbiye ve nezakete aykırı bir davranışta bulunmazdı. Çarşı ve pazarda yüksek sesle konuşup gürültü çıkarmazdı. Kötülüğe kötülükle karşılık vermezdi. Affeder bağışlardı” (Ebu Davud) ifadesiyle övüyor. Ve O’nun hayatının, Kur’an ahlâkının hayata geçmiş hâli olduğunu şu sözleriyle tarif ediyor:
“Resûlullah’ın ahlâkı… Mü’minun suresini okuyabiliyor musun? Bu sureyi onuncu ayetine kadar oku! İşte Allah’ın Resulü’nün ahlâkı böyle idi” (Buhari)

Peygamberimiz(Sallallahu aleyhi ve sellem), Allah’a olan kuvvetli imanı ile görevini en güzel şekilde yerine getirmiş, insanları Allah’ın hayat veren yoluna, hidayete davet etmiş ve çağrıya icabet eden samimi insanların yolunda rehber olmuştur.

Samimi müminlerin yapmaları gereken, Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın kendilerini hayat verecek bir yola çağırdığının bilincinde, onun yoluna uymaları ve sünnetini kendilerine rehber almalarıdır. Ancak Kur’an’a katıksızca iman edildiği ve Peygamber(Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın sünnetleri kararlılıkla uygulandığı takdirde Kur’an ahlâkı tüm dünyaya hâkim olabilir.

Tüm insanlara güzel ahlâkı ile örnek olan ve onları güzel ahlâka davet eden Peygamberimiz(Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın izinden giden samimi müminlere, Allah yardım edecek, yollarını açarak onlara başarı verecektir.

Allah’ın resûlü, tüm insanlığı kendisine hayat verecek şeylere çağırır. Ancak yalnızca icabet ve itaat edenler rahmete kavuşturulurlar. Ayetlerle haber verildiği gibi;


“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne icabet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O’na götürülüp toplanacaksınız.” (Enfal Suresi, 24)

“Dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve elçiye itaat edin. Umulur ki, rahmete kavuşturulmuş olursunuz.” (Nur Suresi, 56)


 

Işığıyla yolumuzu aydınlatan Rahmet Peygamberi (Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın, namaza başlamadan önce ettiği duası, duamız olsun: “Allah’ım bana güzel ahlâk ihsan eyle, zira senden başka kimse güzel ahlâk ihsan edemez. Allah’ım beni kötü huylardan koru ve uzaklaştır.” (Müslim)
 


Fuat Türker
 
 

Bir evin en güzel süsü, güzel ahlaktır…



 
 
 


İnsanın ihtiyaçları sınırsızdır. Amma Üstad Bediüzzaman’ın buyurduğu gibi; “İnsanın en fazla ihtiyacını temin eden, kalbine mukabil bir kalbin bulunmasıdır…”
İnsanın ihtiyaçları sınırsızdır. Amma Üstad Bediüzzaman’ın buyurduğu gibi; “İnsanın en fazla ihtiyacını temin eden, kalbine mukabil bir kalbin bulunmasıdır…”


Evliliğinin, hayırlı evlat yetiştirmek, haramlardan korunmak, mesut olmak, hayatın yükünü paylaşmak ve yalnızlığın ıstır...


abından kurtulmak gibi çok önemli gayeleri vardır. Bu sebepten Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) “Ya Ali, şu üç şeyi geciktirme: Vakti gelen namazı, hazır olan cenazeyi, dengini bulan evsiz kimseyi evlendirmeyi.” buyurmuştur.
Bu durumdan anlıyoruz ki, evliliği zorlaştırmamak gerekir... Şu kadar bilezik, büfe, koltuk takımları, halılar, perdeler, avizeler, mutfak için yirmi çeşit tencere, üç ayrı yemek takımı, büfeyi dolduracak fincanlar, bu kadar eşyanın sığabileceği genişlikte bir ev, tabii kirası, masrafı da ona göre… Listeyi gören gençler, “Haydi bana eyvallah!” deyip kaçıyor. Kahvede, kırda derdini anlatınca, işitenler, “Bekârlık sultanlıktır!” diyor. Peygamberimiz’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) “Nikâhın en hayırlısı kolay ve külfetsiz olanıdır.” emri nerede kalıyor?
Amerika’da şahit olduğum bir durum şöyle: Amerikalıların yaşam şekli flört etmeye müsait olduğundan, nikâhsız beraberlikler yaşıyorlar. “Bir zaman aynı evi paylaşalım. Bu beraberliği hoşumuza gittiği noktaya kadar devam ettirelim. Sıkılırsak ayrılırız.” Bizdeki evlilikler de “sıkılırsak ayrılırız” durumuna döndü. Çünkü huzur kristal bardaklarda, parlak avizelerde aranmaya başlandı. Halbuki bir evin en güzel süsü, güzel ahlaktır. Amma şimdiki evliliklerde dünya malı hedef olmaya başladı.

Geçmiş yıllarda bir arkadaş geldi yanıma. “Ağabey”, dedi, “bir bey kızıma talip oldu. Fakat adam lokantada garson... Bilmem ki kızımızı versek mi?” Ona dedim ki, “İçkisi, kumarı, kız arkadaşla ilişkisi yoksa verin. Önemli olan, ahlaktır.” Bu istişare neticesinde arkadaş kızını o garson beye verdi. Genç hanım gayet mütevazı, sade bir düğüne ve eve razı oldu. Amma sonra ne oldu? Evlendikten kısa bir süre sonra adam kendine köfte salonu açtı, zengin bir bey oldu. Allah ilmi isteyene, zenginliği istediğine verir. İnsan neye güvenirse ona havale edilir…

Buyurulmuş ki, “Pencerelerden seyret, içlerine girme.” Bir tarafta asr-ı saadet var, diğer tarafta nefsî istekler… Sohbetlerde, derslerde, kitaplarda büyük hedefler gösteriliyor; Allah rızası, ebedi saadet, Peygamberimiz’in şefaati, hizmet, himmet vesaire… Fiili hayatta hedefler küçülüyor; ev, mobilya, halı, koltuk, çocukların çeyizi…

Bütün mesele dönüp dolaşıp Allah’a kul olmakta noktalanıyor…

 


Hekimoğlu İsmail




 

Okunmalı..!


 
 
Gençliğin Korsanları...

 Gençlik bir defa geliyor ve geriye anılarını bırakarak elimizden kayıp gidiyor. Bugün gençliğini çarçur eden gençleri gördüğümde içim cız ediyor. İstemeden her insan gibi kendi gençliğimle kıyaslıyorum. Her zamanın k...


endine göre bir ruhu elbette var. Ama şimdiki zamanın ruhu, gençleri ne yazık ki zehirliyor.

Benim gençliğim seksenlerin sonlarına yetiştiğinde para ve pul koleksiyonları meşhurdu. Kitapları satın alamazdık, kütüphanelere üye olurduk. Bir kitabı kütüphaneden alıp okuduğunuzda, sizden önce kimlerinde alıp okuduğunu görürdünüz. İzleri ve okunmuşluğu görmek şevke getirirdi okuyan yeni kişiyi...

Şimdi bile kütüphanenin önünden geçerken içimi o günlerin duyguları kaplar. Evim nereden baksan orta boy bir kütüphaneyi andırsa da kütüphanelerin yeri bende her zaman farklıdır.

En büyük eğlencemiz, arkadaşların evlerinde kutladığı doğum günleriydi ve kendi elleriyle yaptıkları doğum günü pastası ve kısırdan oluşan menüyle bir araya gelmekti...

Derin bir nostalji rüzgarına sürüklenecek değilim. “Bizim gençliğimiz harikaydı; şimdikilere yazık oluyor!” gibi bir indirgemeci ajitasyon mantığı içinde de değilim. Ama bir gerçek var ki bugün gençlik hazinesi gençlerin elinden çalınıyor.

Gençlik bir hazinedir aslında... Bir ömür ihtiyacınız olanı cebinize doldurduğunuz bir hazine. Başka hiçbir dönemdeki seçimlerimiz, gençlikteki seçimlerimiz kadar hayatımızda belirleyici olmamıştır, olmayacaktır.

Bütün iyi ve kötü alışkanlıklar gençlikte kazanılır. Yaşam boyu bize eşlik edecek davranışlarımızın temellerini atarız gençlikte. Onlu yaşlarda başlanılan kötü bir alışkanlık, yirmili yaşlarda ciğerleri, otuzlu yaşlarda bedenin tümünü, ellili yaşlarda hayatın devamını tehdit eden bir karabasana dönüşür mesela.

Ya da iyi bir alışkanlık… Mesela düzenli bir uyku sistemimizin olması veya “hayır” diyebilme becerimizin gelişmesi birçok işte/alanda fark oluşturmamıza neden olur. Kurduğumuz arkadaşlıklar ya felaketimiz olur ya da sırtımızı güvenle dayayabileceğimiz bir sığınak.

Bugün herkesin ama özelilikle de gençlerin sınavı internetle. Ömrünü “facebook”larda istek göndererek, yorum yapıp fotoğraf beğenerek “ezen” önemli bir çoğunluk var. Sayılı günlerimiz olduğunu anladığımızda ise çoktan gelip geçmiş oluyor gençlik. El elde, baş başta uyanıveriyoruz ihtiyarlık sabahına...

Ne zaman ihtiyarlığın geldiğini anlayamadan, sırtımızdaki tohumları toprağa bırakmayıp çürütmüş olmamızın derin acısıyla baş başa kalıyoruz. Bir bir terk ediyor gençken yapabildiklerimiz, ihtiyarken yapamayacaklarımız.

Gençliğini benliğiyle veya karşı cins takıntısıyla kafayı bozmuş bir şekilde harcayanlar ise daha derin bir kuyuda buluyorlar kendilerini. “Herkes bana baksın” diye çabalayanlar, beğenmek-beğenilmek denkleminde gençliğini harcayanlar, şimdi fark edilmemenin gerçekliğiyle tanıştıklarında çaresizce kalıyorlar.

Futbolla, basketbolla yaşamını tıka basa doldurduğu için başkaca bir şeye yer bırakmamış olanlarsa dillerinin beyinlerinin iki üç kelime arasına sıkışmış olduğunu fark etmeden transferlerle, futbolcu maceralarıyla, gol olmuştu-olmamıştı tartışmalarıyla bir ömür “kombine seyirci” olarak kalıyorlar hayata. Gençlik gidip yerine yaşlılık gelene kadar, devekuşu misali, kafalarını stadyumlara ve futbol programlarına gömerek yaşıyorlar.

Sokaklarda vitrinlere bakarak gençliğini harcayanlar; sevgili üstüne sevgili yaparak bir nevi mesaj manyaklığıyla iki parmağı ucunda yaşayarak geceyi sabaha ekleyip milyar mesajla hayata tutunmaya çalışanlar; şarkılarda kaybolanlar ve daha niceleri…

Gençliğin korsanları işte bütün bu saydıklarım ve daha fazlası… Ağlarını atmış gençlik hazinesini yağmalamak için bekliyorlar. Çözüm mü? Çözüm fark etmekle başlıyor. Yaşamı ve gidişatı fark etmekle… Gidişatı değiştirebilmek, önce fark etmekle mümkün!

“Ben nereye gidiyorum ve bu dünyada yapmam gereken şey ne?” diye kendime sormadığım sürece, tek gözü olmayan korsanlarca değil ama benlikle, karşı cins takıntısıyla, uykuyla, internetle, şarkılarla, futbolla, hormonlu aşklarla, alışverişle modayla... Gençlik hazinem yağmalanacak. Sonrası ise ak düşmüş saçlar, ihmal edilmiş bir kalp, boş bırakılmış bir beyin, sömürülmüş bir beden ve sonsuz bir yalnızlık...

İç karartıcı olmadığımı umuyorum. Resmetmeye çalıştığım şey bugünkü halimiz, gençliğin hali. Onlar bu yazıyı görüp okurlar mı bilmiyorum ama ben yazdım. Yazı yazmak ok atmak gibidir ne de olsa. Ok yaydan bir kere çıktı mı kime isabet edeceğini bilemezsiniz... Umutlanıyorum... Kaderlerine çıkmayı umuyorum kaderleri değişsin, seçimleri değişsin diye.…
Nazlı Özburun