Bir gül medeniyeti kurmuşuz. Bizim medeniyetimiz, sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörü temeline oturmuş, “Gül Medeniyeti” adını almış bir yücelişin ifadesidir.
Tarihimizi, coğrafyamızi, kültür ve medeniyetimizi tayin ve tespit eden hemen her unsura, yine güller renk vermişlerdir.
Peygamber’in kutlu müjdesine mazhar olan Fatih Sultan Mehmed’in Nakkaş Sinan tarafından gül koklarken çizilen minyatürünü görüyoruz. Fatih’in güllerle ilgisinin bundan ibaret olduğunu zannedersek yanılırız.
Babası İkinci Murad’ın bir sabah namazı sonrası Kur’an okurken bir oğlu olduğu haberini alınca Allah’a hamd ve şükür içerisinde gözleri yaşararak, “Murad bahçesinde bir gülî Muhammedî açtı” sözleri ne kadar anlam dolu.
Ve gün gelecektir, o koca Fatih büyük babası Ertuğrul’un “İstanbul’u aç, gül-zâr yap.” vasiyetini yerine getirmekle mesrûr olacaktır. Üstelik fethettiği dünyanın bu en eski şehrinde, yine dünyanın en güzel güllerinin yetiştirildiği gül bahçeleri yaptıracaktır.
Bir destan şâirimizin ifadesiyle:
“Bursa tomurcuktu, Edirne gonca,
İstanbul gülümüz açmadan önce.”
On dört yaşındayken on dördüncü Osmanlı padişahı olan ve on dört sene padişahlık yapan Sultan Ahmed’in, bu geceyi armağan ettiğimiz, âlemlerin efendisine aşk derecesinde öyle bir bağlılığı ve muhabbeti vardır ki… Bulunduğu meclislerde Rasûlullâh’ın ism-i şerîfinin her anılışında, ona olan hürmetinden dolayı ayağa kalkardı. Efendimiz aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın mübârek ayak izlerinin resmi içine:
“N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim,
Kadem-i resmini ol Hazret-i Şâh-ı Rasûlün.
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir,
Ahmed â durma yüzün sür kademine ol gülün.”
şiirini yazdığını ve bunu ölünceye kadar kavuğunun içinde taşıdığını o ecdâdın nesli olarak bugün kaçımız biliyoruz.
Gül, kokudur…
Gül, tazeliktir…
Gül, canlılıktır…
Gül, güzelliktir…
Gül, hasrettir…
Gül, zarâfettir ve gül, letâfettir. Her halde bunun için olmalı ki eskiler “Gülü tarife ne hâcet, ne çiçektir biliriz.” demişler.
Manevî atmosferimiz de baştan başa güllerle doludur. Bir yanda güle “seyyidü’l-ezhâru’l-cenneh” unvanı bahşedilir, öte yanda gül kokusu; misk ve amberle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen üç hoş kokudan biri olma imtiyazına erişmiştir. O inanç, öyle muhteşemdi ki kokusunu Peygamber’imizin teri diye kutsadığı gül yapraklarının yere dökülmesini dahi günaha yakın sayıp özel bir itinaya muhatap etmiştir.
Aslında sevilen her ne varsa dünyada, onda gülden bir emâre, bir iz bulunur. Aşıkların vuslata ermeyen hasretleri açan kan kırmızı ve kar beyazı güllerle ifade edilir; üzerlerinde uçan sevda kuşları hep bu hicranı söyleşip dururlar. İnanç dünyamızın doruklarında gezinen Fuzûlî;
“Suya versün bağban gülzârı zahmet çekmesün,
Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin gülzâre su.”
derken;
“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hüdâdır bu,
Nazargâh-ı İlâhîdir, makam-ı Mustafâdır bu.”
diye bir edep yoksulunu ikaz eden Nabî’nin bülbüle değil de canânının sesine ihtiyacı vardır. Bunun için gülü bülbülden ayırmaya hazırdır. Lâkin gülden asla vazgeçemez.
“Gonca gülsün, gül açılsın, cûy feryâd eylesin,
Sen sus ey bülbül, biraz gülşende yârim söylesin.” diyor.
Nedim de o devre mana veren sevgiliyi şöyle anlatmakta:
“Gülüm şöyle, gülüm böyle demektir yâre mu’tadım,
Seni ey gül sever cânım ki cânâna hitâbımsın.”
Yunus’un sarı çiçeğe “Gül sizin nenüz olur” suâline aldığı bir cevap vardır ki, insanın gül olup yerlere serilesi gelir:
“
Çiçek eydür ey derviş!
Gül Muhammed teridir.”
Buna nazire olarak Pir Sultan Abdal;
“Yoksa sevdiğimin ilinden misin?
Yoksa has bahçenin gülünden misin?
Güzel Muhammed’in terinden misin?
Cennet-i âlâda gül safâ geldin.”
derken insanı ötelerde, gül bulutlarının üzerine çıkarmaktadır.
Gül, bir manada zamanın elinden tutmaktır. Belki de Akif, “Gül devrini görseydim onun bülbülü olurdum.” diye bunun için iç geçiriyor.
Sevginin olduğu yerde sitem olmaz mı? Kişi en çok sevdiğine sitemkârdır. En çok ona darılır. En çabuk ona küser.
Gül bülbülün nazlı yari, bülbül güle kavuşamamaktan bî-tâb. Tükenmek bilmeyen ezelî sitemler içinde yine de onları ayrı düşünmek mümkün değildir.
“
Gel gül dedi bülbül güle, gül gülmedi gitti,
Bülbül güle gül bülbüle yâr olmadı gitti.”
Gevherî, bülbülün güle yakarışını;
“Bülbülün feryâdı gonca gülünden,
Gülşen ağlar, bülbül ağlar, gül ağlar.”
diye dile getirirken, Emrah daha mütevekkil;
“Ezelden mâiliz gonca güllere,
Bülbül-i şeydâyı zâr eğlendirir.”
diyor.
Dâimî’nin şu mısraları türkü olarak hepimizin ezberinde değil midir?
“Bir gülün çevresi dikendir, hârdır,
Bülbül gül elinden âh ile zârdır,
Ne de olsa kışın sonu bahardır,
Bu da gelir bu da geçer ağlama.”
Dâimî geleceğe umutla bakarken Hasretî:
“Baharı bekleyen yaralı bülbül,
Gül üstüne rahmet yağar sabreyle.”
diye teselli bulmaktadır.
Her ikisinin dileklerine biz de gönülden katılarak yağacak rahmeti bekliyoruz.
“Size gönül bahçemden deste deste gül derdim,
Güller gibi gülüşün ağlayana gül derdim
Derdi gül, dermânı gül, bir mü’min kardeşimin.
Derdiyle dertleneli, diken oldu gül derdim.”
Güle hasret duyan gönül dostlarını saygıyla selamlıyorum..
Gül üstüne Gül düğümü/ Abdullah Gülcemal