19.05.2013




 
“ Bir daha dünyaya gelsen ne olmak isterdin? ”
diye sordular hikmet sahibine.
- Güldü.
“ Bir dahası yok! ” dedi. . .
 
 



 
 
 
Varlığına seslenmek istiyorum, yokluğun çarpıyor gözüme.
 
 

 
 
 

 
 
Eğer istersen,
kitâplarım senin olabilir.
Hatta şiir defterlerim bile. . .
 
 

 
 
 
 
Sen öyle nezâketle affedersin ki
kendi hafızamdan da silersin günâhlarımı,
mahcûp etmezsin beni. . .
 
 
 
 


 
Ben ki halâ cebimde martılar saklarım, yüreğimde maviler.


 
 
 
Duygusuz insanlara kızmıyorum.
Elimde olsa bende hissetmemeyi seçerdim...




 
 
 
 
Sevgili’nin teveccühünü yüzüne devşiren Gül’e
Yüzümüzü Sevgili’nin vechine çeviren Gül’e
Güllerce salât, yüz’lerce selâm ettik.
 
Senai Demirci

  
 
 
 
“Hırs insanın kişisel gücüne, kanaat ise evreni yaratan Yüce Kudret’e dayanmasını temsil eder. Hırslı asker kendini savaşın yenilmez kahramanı sanır; rakiplerini küçümserken gizlice zayıflar ve ansızın devrilir, yenilir gider. Kanaatkâr ins...an Yaradan’ın yönettiği evrende, Yaradan’ın gücüne dayanarak gezinir.

Hırsın sloganı şudur: ‘İsteyeceğim ve bileğimi gücüyle alacağım.’ Kanaat şu sloganı kullanır: ‘ İsteyeceğim ve sınırsız Kudret’in zamanın akışı içerisinde vereceği karşılıkların, hakkımdaki en hayırlı takdir olduğuna güveneceğim.

Hırslı insan ışığını güneş sanan ateş böceği gibidir. Kanaat ise ateş böceği zayıflığındaki insandan adeta güneş ışığı yansıtır.” Dr.
 
Muhammed Bozdağ

 
 
 
Rabbimiz; şeytandan uzaklaşmak ve Sana yakınlaşmak istiyoruz. Lütfunla bize sevdiklerini sevdir ve düşmanlarından kalbimizi tiksindir. Amin.
 

 
 
 
“Çiçeğin özü kokusundan, insanın özü sözünden duyulur. Özü bozuk çiçekten leş kokuları, özü edepsiz insandan da tiksindirici sözler dökülür. Dilini bozar, kelimeleri eğer büker. Küçük düşürücü argoları tiksinmeden kullanır. ‘Lan, oha, moruk..., hayvan, ooolum, yavruum, bebe’ gibi iğrenç kelimeleri bel altı küfürleriyle birlikte savurur.

Japonlarda birisiyle ‘sen’ diliyle konuşmanın büyük bir hakaret olduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım. İngilizlerin dillerinden ‘sen-thou’ kelimesini kaldırıp herkesi ‘siz-you’ demeye mecbur ettiklerini öğrendiğimde garipsemiştim.

Edebini kaybeden millet çok geçmeden onurunu da kaybeder. Saygın söz söyleme üslubunu korumayan millet yeryüzünde yücelemez. Yücelmek yabancılardan çok bizim hakkımızdır zira biz eşlerine bile ‘siz’ diliyle hitap eden ataların torunlarıyız.”  
 
Dr. Muhammed Bozdağ
 

"Gülüm şöyle gülüm böyle demektir yâre mutadım
Seni ey gül sever canım ki canana hitabımsın.."

 

 
Gülümse ey güzeller güzeli!
Lâyık olmasak da merhamet ve şefâat nazarlarından mahrum eyleme bizi.
Seni seviyoruz ve sana hasretiz…
Asırlardır gülmedi, derya coşar, göl ağlar.
Yüzümüz güle hasret, mecnûn ağlar, çöl ağlar.
Giden dostlar gelmedi, mızrap vurur tel ağlar.
Gözümüz güle hasret, sazımız güle hasret.
‘O gül’e hasret duymayan, ne Yaratan’ı, ne de yaratılış gayesini anlamıştır.
“Kurtulamam üç nesnenin elinden: Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm”
diyor âşık… Her üç nesneyi de bir arada saydığına göre, demek ki birinden kurtulsa diğeri sarılıyor yakasına. Hangisinin daha zor olduğunu elbette çeken bilir.
Aşk ve iman şâiri aziz dostum ve üstadım Abdürrahim Karakoç ise;
 

 

“Ayrılıktan zor belleme ölümü, Görmeyince sezilmiyor Mihriban.”
 
derken, kağıda yazamadığı aşkı uğuruna ölüm sınırında nöbet tutuyor da, ayrılığın, hasretin ne olduğunu anlatmaya çalışıyor sevgiliye.
Hasret nedir sahi?.. Hasret ayrılık mıdır, özlem midir?.. Hasret dert midir, derman mıdır?.. Yoksa Yaratan’ın ehl-i derde yazdığı ferman mıdır?.. Cânı cânâna pazarlıksız hasretmek diyebilir miyiz?.. Umudun ufkunda hasret gidermek için beklediğimiz nöbet saatleri değil midir hasret?..
Hasret kala kala, hasret gitmek acıların ve ızdırapların en acısı, en hüzünlü olanıdır bence.
 
Her cânın bir cânânı, cânânın cânı vardır.
Müşerref olduğumuz bir eşref ânı vardır.
Dostlar gücenir diye cân atar gül atamam,
Her gülün yaprağında bin bülbül kanı vardır.
 
Ya hasretiyle yanmak! Nasıl bir duygu, nasıl bir sevda?.. Yananlara sorsak söylerler mi?..
Veya hicran ateşiyle yananların hâlinden anlayanlar, can evini yangına verenler midir?..
Bülbüllerin feryâdı, âşıkların iniltisi, sümbülün, sarı çiçeğin boyun büküşü, suların dertli akışı, ceylanların mahzun bakışı…
Şu gök kubbe altındaki âhlar, enînler, feryâd u figânlar firak ateşiyle yananların kendi dillerince cânâna yazdıkları birer hasretnâmedir…
Düşüncelerini, duygularını; acılarını, sevinçlerini bazen söz, bazen de yazıyla anlatmaya çalışan insanoğlu:

 

“Güle hasretim güle,
Bülbüller misâli hasret
Ele denmeyecek hâller var bende,
Artık sen kıyas et.”
 

der de sözü sükûta bırakır. Zîrâ hâlini ifade edecek kelimeleri bulamaz lügâtlerde. Şâirin dediği gibi:
 
“Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem,
Zîra kalbimin dili yok ‘ah ey yâr ondan ne kadar bî-zârım.”
 
Ama şu varlık âleminde her şeyin bir dili var: Uçan kuşların bir dili var. Bakan gözlerin bir dili var. Esen rüzgarın, coşan ırmakların, renklerin kemerini kuşanan çiçeklerin bir dili var.

 
 
 
 

Gülden karanfile, sümbülden lâleye, nergisten menekşeye, gelincikten kardelene kadar bildiğiniz bütün kır çiçeklerini, yâr çiçeklerini gözlerinizin önüne getiriniz. Farkında olmadan ya;
 
“Ben gülü deste bağladım
Desteye beste bağladım.”
diye bir şarkı dökülür dudaklarınızdan ya da
“Ben yârime gül demem
Gülün ömrü az olur.”
 
diye bir türkü.      
Daha sonra güle dâir ne söylenmişse, birer birer sıralamak geçer içinizden. Gül derken gülümsersiniz. Gülüm derken ağzınız tatlanır. Ten kafesindeki gönül kuşunuz, uçup da yeşil kubbeye konmak için hasretle kanat çırpmaya başlar.
Hiç şüphesiz, çiçeklere en erişilmez mevkileri bağışlayan, bizim hissiyât ve düşünce dünyamızdır.
Takdir edersiniz ki, doyumsuz bir rengi, iç açıcı bir güzelliği, rahatlık ve huzur veren görünümü ve sevda dolu kokusuyla çiçekler arasında en güzeli ve en çok sevileni güldür.
Bütün bu özelliklerini nübüvvet gülzârının tek gülü olan Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) efendimizden aldığı için de âşıkların ve şâirlerin ilham kaynağı ve baş tacı olmuştur.


 
 

Bir gül medeniyeti kurmuşuz. Bizim medeniyetimiz, sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörü temeline oturmuş, “Gül Medeniyeti” adını almış bir yücelişin ifadesidir.
Tarihimizi, coğrafyamızi, kültür ve medeniyetimizi tayin ve tespit eden hemen her unsura, yine güller renk vermişlerdir.
Peygamber’in kutlu müjdesine mazhar olan Fatih Sultan Mehmed’in Nakkaş Sinan tarafından gül koklarken çizilen minyatürünü görüyoruz. Fatih’in güllerle ilgisinin bundan ibaret olduğunu zannedersek yanılırız.
Babası İkinci Murad’ın bir sabah namazı sonrası Kur’an okurken bir oğlu olduğu haberini alınca Allah’a hamd ve şükür içerisinde gözleri yaşararak, “Murad bahçesinde bir gülî Muhammedî açtı” sözleri ne kadar anlam dolu.
Ve gün gelecektir, o koca Fatih büyük babası Ertuğrul’un “İstanbul’u aç, gül-zâr yap.” vasiyetini yerine getirmekle mesrûr olacaktır. Üstelik fethettiği dünyanın bu en eski şehrinde, yine dünyanın en güzel güllerinin yetiştirildiği gül bahçeleri yaptıracaktır.
Bir destan şâirimizin ifadesiyle:
“Bursa tomurcuktu, Edirne gonca,
İstanbul gülümüz açmadan önce.”
On dört yaşındayken on dördüncü Osmanlı padişahı olan ve on dört sene padişahlık yapan Sultan Ahmed’in, bu geceyi armağan ettiğimiz, âlemlerin efendisine aşk derecesinde öyle bir bağlılığı ve muhabbeti vardır ki… Bulunduğu meclislerde Rasûlullâh’ın ism-i şerîfinin her anılışında, ona olan hürmetinden dolayı ayağa kalkardı. Efendimiz aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın mübârek ayak izlerinin resmi içine:
 
“N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim,
Kadem-i resmini ol Hazret-i Şâh-ı Rasûlün.
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir,
Ahmed â durma yüzün sür kademine ol gülün.”
 
şiirini yazdığını ve bunu ölünceye kadar kavuğunun içinde taşıdığını o ecdâdın nesli olarak bugün kaçımız biliyoruz.
 
Gül, kokudur…
Gül, tazeliktir…
Gül, canlılıktır…
Gül, güzelliktir…
Gül, hasrettir…
 
Gül, zarâfettir ve gül, letâfettir. Her halde bunun için olmalı ki eskiler “Gülü tarife ne hâcet, ne çiçektir biliriz.” demişler.
Manevî atmosferimiz de baştan başa güllerle doludur. Bir yanda güle “seyyidü’l-ezhâru’l-cenneh” unvanı bahşedilir, öte yanda gül kokusu; misk ve amberle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen üç hoş kokudan biri olma imtiyazına erişmiştir. O inanç, öyle muhteşemdi ki kokusunu Peygamber’imizin teri diye kutsadığı gül yapraklarının yere dökülmesini dahi günaha yakın sayıp özel bir itinaya muhatap etmiştir.
Aslında sevilen her ne varsa dünyada, onda gülden bir emâre, bir iz bulunur. Aşıkların vuslata ermeyen hasretleri açan kan kırmızı ve kar beyazı güllerle ifade edilir; üzerlerinde uçan sevda kuşları hep bu hicranı söyleşip dururlar. İnanç dünyamızın doruklarında gezinen Fuzûlî;
“Suya versün bağban gülzârı zahmet çekmesün,
Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin gülzâre su.”
derken;
 

“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hüdâdır bu,

Nazargâh-ı İlâhîdir, makam-ı Mustafâdır bu.”
 
diye bir edep yoksulunu ikaz eden Nabî’nin bülbüle değil de canânının sesine ihtiyacı vardır. Bunun için gülü bülbülden ayırmaya hazırdır. Lâkin gülden asla vazgeçemez.
 
“Gonca gülsün, gül açılsın, cûy feryâd eylesin,

Sen sus ey bülbül, biraz gülşende yârim söylesin.” diyor.

Nedim de o devre mana veren sevgiliyi şöyle anlatmakta:
“Gülüm şöyle, gülüm böyle demektir yâre mu’tadım,
Seni ey gül sever cânım ki cânâna hitâbımsın.”
 
Yunus’un sarı çiçeğe “Gül sizin nenüz olur” suâline aldığı bir cevap vardır ki, insanın gül olup yerlere serilesi gelir:
 

Çiçek eydür ey derviş!
Gül Muhammed teridir.”

Buna nazire olarak Pir Sultan Abdal;
“Yoksa sevdiğimin ilinden misin?
Yoksa has bahçenin gülünden misin?
Güzel Muhammed’in terinden misin?
Cennet-i âlâda gül safâ geldin.”
 
derken insanı ötelerde, gül bulutlarının üzerine çıkarmaktadır.
 
 
 
 
 
Gül, bir manada zamanın elinden tutmaktır. Belki de Akif, Gül devrini görseydim onun bülbülü olurdum.” diye bunun için iç geçiriyor.
Sevginin olduğu yerde sitem olmaz mı? Kişi en çok sevdiğine sitemkârdır. En çok ona darılır. En çabuk ona küser.
Gül bülbülün nazlı yari, bülbül güle kavuşamamaktan bî-tâb. Tükenmek bilmeyen ezelî sitemler içinde yine de onları ayrı düşünmek mümkün değildir.
Gel gül dedi bülbül güle, gül gülmedi gitti,
Bülbül güle gül bülbüle yâr olmadı gitti.”
Gevherî, bülbülün güle yakarışını;
“Bülbülün feryâdı gonca gülünden,
Gülşen ağlar, bülbül ağlar, gül ağlar.”
diye dile getirirken, Emrah daha mütevekkil;
“Ezelden mâiliz gonca güllere,
Bülbül-i şeydâyı zâr eğlendirir.”
 
diyor.
Dâimî’nin şu mısraları türkü olarak hepimizin ezberinde değil midir?
 
“Bir gülün çevresi dikendir, hârdır,
Bülbül gül elinden âh ile zârdır,
Ne de olsa kışın sonu bahardır,
Bu da gelir bu da geçer ağlama.”
Dâimî geleceğe umutla bakarken Hasretî:
“Baharı bekleyen yaralı bülbül,
Gül üstüne rahmet yağar sabreyle.”
 
diye teselli bulmaktadır.
Her ikisinin dileklerine biz de gönülden katılarak yağacak rahmeti bekliyoruz.
 
“Size gönül bahçemden deste deste gül derdim,
Güller gibi gülüşün ağlayana gül derdim
Derdi gül, dermânı gül, bir mü’min kardeşimin.
Derdiyle dertleneli, diken oldu gül derdim.”
Güle hasret duyan gönül dostlarını saygıyla selamlıyorum..
 
 
Gül üstüne Gül düğümü/ Abdullah Gülcemal
 

Biz hepimiz, bir talihsiz dönemde gönül yamaçlarımızda ruhunun gurûbunu acı acı seyrettik ve gidip karanlıklara gömüldük. Bu ürperten gurûb karşısında hiçbir şey yapamadık ve tam bir âcizlik örneği sergileyerek hep sustuk.. ve sustu buna karşı kendi alanında bütün İlâhî lütuflar, ihsanlar, huzurlar, saadetler ve gül devrine ait en tatlı neşideler. Mübarek sima ve sîretine hasret gittiğimiz bu günlerde, kaderimize hicran, bize de suskunluk düştü. Simsiyah yokluklar yaşadığımız bu meş’um dönemde gökler bize hiç yüz vermedi, yıldızlar yüzümüze hiç gülmedi.. ay-güneş Sen’in üzerine doğduğu renkte hiç mi hiç görünmedi.. biz çevremizde hep karanlıklar gördük ve gece mahlûklarının homurtularıyla ürperdik. Sen artık aramızda yoktun ve her yanda yılanların-çıyanların ıslıkları duyuluyor, her taraf yarasaların şehrayinleriyle inliyordu.. Sen küsmüş müydün/küser miydin onu bilemem; bildiğim bir şey varsa, o da, Sen’i kırmış olmamız ihtimalidir -ihtimal sözde bir iyimserlik ifadesi- ..ama eğer lütfedip gönüllerimize teveccüh buyurmazsan bu defa biz kırılıp paramparça olacağız.. ve şayet gelip dünyamızın çehresindeki isi-pası silmezsen bu sakil hava ile bir daha dirilmemek üzere boğulacağız…
Ey güzeller güzeli Sevgili gel, bir kere daha yeniden misafirimiz ol.. tahtını sinelerimize kur ve bize buyurabildiğin her şeyi buyur. Gel, gönüllerimizdeki karanlıkları kov, bütün benliğimize ruhunun ilhamlarını duyur ve bize yeniden diriliş yollarını göster. Gel, her gün biraz daha azgınlaşan şu zulmetleri ışığınla dağıt ve herkesi inleten zulüm ve adaletsizlik ateşini söndürüver. Gel, her şekliyle kine, nefrete, düşmanlığa kilitlenmiş şu zavallı ruhların boyunlarındaki zincirleri çöz; sevgiye, merhamete, şefkate hasret giden sinelerimizi muhabbetle, hoşgörüyle coştur; gel, ruhlarımızı aklın aydınlığı, gönüllerimizi de mantık ve muhakeme enginliğiyle buluştur ve bizi kendi içimizdeki kopukluklardan kurtar.
Sen gidince kimilerimiz akla takılıp düz yollarda yolsuzluk yaşamaya başladık.. kimilerimiz de kendimizi bir kısım gönül hülyalarına saldık, vehimlerimizle oyalandık.. ne aklın dilini anlayabildik ne de kalbî ve rûhî hayatın derinliklerine dalabildik.. aklı ihmal edip dünyanın kanına girdik, kalbe bütün bütün tavır alıp kendi derinliklerimizi görmezlikten geldik. Ey karanlık gecelerimizin ayı-güneşi, ey yolda kalmışların biricik rehberi, Sen bizler gibi sadece bir kere doğmadın/doğmazsın; zamanın her parçası Sen’in için bir tulû vakti, gönüllerimiz de mütevazı matlaın.. perişaniyetimiz sana bir çağrı, sinelerimiz Seniyye-i Vedâ.. ne olur artık ağlayan gönüllerimize acı da gel; doğ canlarımıza Yaratan aşkına, bizi yalnız bırakma; yalnız bırakıp ruhlarımızı Sen’sizlik ateşine yakma.. ne ilm u irfanımız var, ne hayr u tâate mecâlimiz; bugüne kadar aşındırmadık eşik ve çalmadık kapı bırakmadık; gönül bağlayıp arkalarından koştuklarımız her zaman bizi aldattı, sonra da yol ortasında bırakıp gitti. Ne yürümeye takatimiz kaldı ne bulunduğumuz yerde ikamete dermanımız. Bağban sen isen -öyle olduğunda şüphemiz yok- bağ niye sahipsiz kalsın -sana böyle bir çağrıda bulunmak da ayrı bir saygısızlık-. Merkezi tutmak Sen’in hakkın ise o makam adına söz söylemek kimin haddine...
 
 
Gülün Aşkı
 
İşini severek ve bilerek yapan bir bahçıvan vardı. Öyle ki, hayatta tek derdi, yetiştirdiği güllerdi. Yetiştirdiği güllerden bir gül olsun da, dünyaya nâm salsın, rengiyle, şekliyle benzersiz bir gül olsun isterdi. Ama bilirdi ki güller birbirine benzer.Olsun… İsterdi.
Bu arzuyla yatar, bu arzuyla kalkardı. Her ne kadar güller birbirine benzese de, o yetiştireceği gülün hiçbir güle benzememesini isterdi… Bunun bir gün gerçekleşeceğine gönülden inanırdı. Bahçıvan o...
küçük bahçede bu büyük gerçeği fark eden biriydi.
Güller arasında ömrü geçip gidiyordu. O ise o gülü arıyordu. Dünyadan giderken en güzel bir şekilde ayrılmayı düşünüyordu. Geride hiç solmayacak bir gül bırakmak istiyordu. Kendine bedel, kendi yerine kalsın, adını sonsuza dek yaşatsın diye... Geride bir gül gibi güzel bir koku bırakmak istiyordu bütün insanlığa.
Yılların ağır yükü omuzunda, sırtı iki büklüm, gözleri toprağa dönüktü…
Yıpranmış nasırlı eller, güneşin altında kavrulmuş bir yüz, ihtiyarlamış bir beden…
Ama bu bahçıvanın ruhu hep dinç, hep diriydi. Her gün o sürprizin gerçekleşmesini bekliyordu. Yetiştirdiği o gülü görmek için sabırsızlanan, heyecanlanan, yerinde duramayan hâli de gözlerden kaçmıyordu.
Öyle böyle derken, günler geçti. Nihayet bir gün, beklenen mu'cize gerçekleşti. Bir gül aşı tuttu, yetişti. Öyle bir güldü ki bu, dünyada eşi benzeri yoktu.
Gülün ömrü ne kadar kısa ise, bahçıvan da ömrünün son günlerini yaşadığını hissediyordu. İkisi de kaderin çizdiği ince bir çizgide beraber yürüyorlardı. Bir gün buluşacakları o son noktaya doğru…
Bahçıvan mutluydu. Gül de mutluydu. Kendini seven birinin olduğunu biliyordu. Bu, ona güven veriyordu. Bahçıvan, sevdiği bu müstesna ve muhteşem gülün bakımını her gün bin bir itinayla yapıp onunla dakikalarca konuşuyordu. Öyle ki, bahçede o gülün başında saatler su gibi akıp gidiyordu.
Olsun… Feda olsundu o saatler. Geride böyle bir gül kalacak olduktan sonra…
Gül, o zarif ve muhteşem endamıyla bahçede hemen dikkatleri çekiyordu. Yaşlı adamın kendisine gösterdiği bu ilgiyi, bu sevgiyi gül de karşılıksız bırakmıyordu. Bunun eseri olarak her gün daha bir güzelleşiyordu.
Bahçıvan yıllar yılı aradığını artık bulmuştu.
Gül de aradığını bulmuş muydu acaba? Orası meçhul…
Ve derken bir gün…
Evin sahibinin oğlu çıkageldi uzak diyarlardan. Uzun yıllar olmuştu bu eve gelmeyeli. Babasının mirasına genç yaşta konan bu delikanlı, bir gün bahçedeki güzelim çiçekler arasında dolaşırken o muhteşem gül dikkatini çekti. Güle doğru eğildi, bir buse kondurdu:
“Merhaba!” dedi.
Gül de:
“Merhaba!” dedi.
Ama genç adam duymadı bu sesi. Bahçıvan olsaydı orada, o “merhaba”yı duyardı. Çünkü gülün dilini biliyordu o.
Olsun… Gül, kendisine bir buse kondurup “merhaba” diyen bu temiz yüzlü genç adamı sevdi. Kendi aynasında kendisi gibi genç gördüğü için onun ilgisine ve “merhaba”sına vuruldu âdeta. Gün boyu o güzel sözleri hatırlayıp durdu:
“İşte beni anlayan biri!” dedi.
Genç adam gülün yanına her gelişinde, iltifatlar yağdırıyordu ona. Fakat kalbinde başka birinin sevgisi vardı. Gül nerden bilecekti bunu?
O gün de “Merhaba benim güzel gülüm!” diyerek gönlünü fethetti gülün. Bu güzel, iltifatkâr sözler karşısında gülün aklı başından uçtu gitti.
“İşte beni anlayan, bana en güzel sözleri söyleyen insan…” dedi.
Fakat tam o sırada genç adam cebinden çıkardığı küçük bir makas ile gülü kesiverdi.
Gül, son nefesini delikanlının elinde verirken, kendisini hiç incitmeden sevenin, ona gerçekten hak ettiği değeri verenin kim olduğunu anlamıştı, ama iş işten geçmişti, ihtiyar bahçıvan çoktan öte dünyanın yolunu tutmuştu bile…
Gül de onun ardından kalamadan geçti gitti bu dünyadan…
***
Kadrini kıymetini bilenlerin elinde, bir gün de bir yıl gibidir; bilmeyenlerin elinde, bir ömür de bir gün gibidir...
Dileriz, ömrümüzü o bahçıvan titizliğinde yaşarız. Bazen bir günümüz, güller kadar değerli olur; o günün içinden bir gül boynunu uzatır, diğer günleri de mayalayıp, rengiyle, şekliyle, kokusuyla beraber o günü ebediyete taşır inşaallah…
Günler, ömrün çekirdekleridir, çiçekleridir.
Hiç ihtiyarlamayan, hatta ihtiyarladıkça genç gözüken nefsimizin araya giren oyunları olmasa, bu hayat çok güzel olacak, amma neylersin imtihan dünyası işte… Gül de kendisine yüz veren, iltifatkâr sözler söyleyip, sonunda hayatına kıyan hoyrat bir elin elinde can verir bazen.
Günlerimiz de gül gibidir.
Kalbimizin elindeki gün, bahçıvanın elindeki gül gibidir.
Nefsimizin elindeki gün ise, o genç adamın elindeki gül gibidir.
Alınacak ders kaldıysa eğer, varın onu da siz bulun, siz çıkarın…
Üstadımızın şu nefis ifadesinin eşliğinde:
“Kudret-i Ezeliyyenin yarattığı şu gül çiçeğine bak: Evet, nasıl bir kelime ağızdan çıkar çıkmaz zahiren fenaya giderse de, Allah’ın izniyle kulaklarda, kâğıtlarda, kitaplarda milyonlarca timsalleri kaldığı gibi, akıllarda da akıllar adedince mânâları kalır. Kezalik, o gül kısa bir zamanda vazifesi tamam olur olmaz solar, ölür, gider. Amma onu gören bütün insanların kuvve-i hafızalarında ve halefiyle hâmile olan tohumlarında suretleri, mânâları bâkidir. Demek, o gülün tohumu olsun, kuvve-i hafızalar olsun, o gül çiçeğinin suretini, ziynetini, menzilini hıfz için sanki birer fotoğraf ve bekası için birer menzildir.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 39)
***
Rabbimize sonsuz hamd ile, Güllerin Efendisine (sallallahu aleyhi ve sellem) sonsuz salât-u selâm ile…

Selim Gündüzalp...