3.07.2011

Konuş Ey Ayşe !


Bundan 1400 küsur sene önceydi. Allah’ın Resulü (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir meseleden dolayı üzgündü.
Ağır adımlarla “hane-i saadetlerine” doğru ilerliyordu.
Bu, günümüze göre çok fakir saadet evinin kapısını zevceleri Hz Ayşe açtı. Yüzündeki tebessümle Peygamberi içeriye aldı.
Selamdan sonra Allah’ın elçisi Hz Ayşe’ye yanından ayrılmamasını söyledi.
Hz. Ayşe yanına oturdu. “Konuş ey Ayşe dedi Peygamber! Konuş da biraz içimiz ferahlasın!”

Ve Ayşe konuşmaya başladı.

Allah'ın rahmetinden, merhametinden, Peygamberin şefkatinden, dünyanın faniliğinden bahsetti.
O konuştukça Peygamberin üzüntüsü dağıldı, yüzüne bir tebessüm geldi, ferahladı. Rabbine şükretti...

Yıl 2006. Peygamber ümmetinden Mehmet Bey'in işyerinde canı sıkılmıştı. Yeni aldığı Opel marka arabasıyla evinin önüne geldiğinde park yerinin dolu olduğunu gördü.
Canı bir daha sıkıldı. Arabayı kaldırımın kenarına park ederken söyleniyordu. Onuncu kattaki dairesine çıkarken asansör de çok ağır işliyordu. Sonra kapıyı çaldı. Sıcak bir tebessümle hanımı açtı kapıyı. Yemek hazırlıyordu. O da ne yine çocuklar ayakkabılarını evin kapısında bırakmışlar, dolaba almamışlardı. "Nerede bu çocuklar?" diye sordu hanımına. Daha sonra da içerideki çocuklarını çağırıp bir güzel fırçaladı. Zaten her zaman böyle yapıp ayakkabılarını dışarıda bırakıyorlardı. Etraf da hırsız kaynıyordu ve Mehmet Bey o ayakkabılara bir sürü para saymıştı.

Mehmet Bey içeriye girince "kurt gibi açım dedi. Sofrayı hemen hazırla da yiyelim:"

"Ben sofrayı hazırlıyorum, on beş dakikaya kadar yemek de pişer" dedi hanımı. Mehmet Bey kızgınlıkla baktı hanımına: " Ben bütün gün iş yerinde bir sürü şeyle uğraşıyorum, kaç tane adamın derdini çekiyorum, sen bir türlü ben gelmeden şu yemeği yetiştiremiyorsun" dedi. O lavaboda ellerini yıkayıp üstünü değişinceye kadar hanımı yemeği yetiştirememesi hakkında pek çok mazeret sıraladı. Yemeği biraz da bu fırçalar yüzünden kös kös yediler. Sadece çocuklar aralarında bir iki atıştı. Bu çeşit çeşit yiyeceklerin bulunduğu sofrada pek iştahları da kalmamıştı.

Alelacele televizyonun başına oturdu Peygamber ümmetinden Mehmet Bey. Zira ekonomi yine kötü gidiyordu. Borsadaki küçük yatırımı yüzde otuz değer kaybetmişti. Döviz çıkıyordu. Nasıl da ekonomideki bahar havasına aldanıp dövizdeki parasını borsaya yatırmıştı? İşyerinde durmadan borsayı öven arkadaşını hatırladı kızgınlıkla. Neyse ki başbakan her şeyin kontrol altında olduğunu söylüyordu. Mutfakta işini bitiren hanımı elinde çay tepsisi ile odaya geldi. Çocuklar ders çalışmaya gittiler. Hanımı az önceki olumsuz havayı dağıtmalıydı. Çay içerken biraz havadan sudan bahsetti. Mehmet Bey'in bir kulağı televizyondaydı, bir kulağı hanımında. (Nasıl oluyorsa!) Hanımı birkaç defa "beni dinliyor musun" diye sordu. "tabi tabi dedi Mehmet Bey, istersen son söylediğini tekrar edebilirim"

Biraz sonra yemeğin verdiği rehavetle Mehmet Bey iyice uzandı. Televizyonla hanımı arasında gidip gidip gelmekten de iyice bıkmıştı. Onun gevşediğini fark eden hanımı kafasındaki bombayı patlattı:

- Biliyor musun x şirketi buzdolabını, çamaşır ve bulaşık makinesini ayda yüz liraya veriyormuş.

- İyi bizde bunların üçü de var.

- Olur mu, bak karşıdaki Selda Hanımlar üçünü de değiştirdiler. Her şeyleri yep yeni oldu. Bizim bulaşık makinası öldü ölecek. Buzdolabı da artık yetmiyor. Çocuklar büyüdü. Çamaşır makinesı da çok enerji yakıyor. Şöyle A sınıfı bir şey alalım da elektrikten tasarruf edelim. Bunları da veririz bir fakire, sevap işleriz. Bak zaten....

Mehmet Bey'in kafası karıncalaşmaya başlamıştı. Artık iki kulağı ile hanımını ve televizyonu takip edemez olmuştu. Oysa her ikisi de mütemadiyen konuşuyor ve bir şeyler anlatıyordu. Kendi kendine söylendi

- Sus be Ayşe ya! Sus da biraz içimiz rahatlasın. Ne bu böyle her gün dır dır dır..."

Tabii ki bu sözü Ayşe Hanım duymadı. O hâlâ konuşmasına devam ediyordu. Bu cümleyi 1400 küsur sene önce hanımına


"Konuş ey Ayşe!" diyen Peygamber'i duyan melekler işitti. Sonra da yüzyıllar önce hanımına "Konuş ey Ayşe içimiz ferahlasın, diyen bir Peygamberin ümmetinin bugün nasıl olup da, sus ey Ayşe, sus da biraz içimiz açılsın" noktasına geldiklerine şaşırıp durdular...


Kıssadan Hisseler

Böyle bir evlilik gördünüz mü?


Yüzü simsiyahtı. Ama kendisi boyamamıştı ki! Kaldı ki, kalbi bembeyazdı. Buna rağmen onu basite alanlar vardı. Dedi ki:

– Ya Resûlallah, yüzümün siyahlığı cennete girmeme mani midir

– Asla!

– O halde beni niçin insanlar hor görüyorlar, kimse bana niçin kızını vermiyor

– Amir bin Veheb’in evine git ve “Resûlullah selamı var, kerimeni bana nikahlamanı emretti” de.

Siyah yüzlü genç hemen adrestedir. Kızın yanında babaya selamı aynen tebliğ eder ve teklifi de açıkça anlatır.

Baba kızgın, hemen reddeder. Ancak, teklifi dinleyen kızcağız babasını ikaz eder:

– Babacığım, vahiy gelir de sonra seni mahcup eder. Ne biliyorsun bu olayı Rabbimin emretmediğini Efendimiz (sav)’in o emri tebliğ buyurmadığını Hemen git, Resûlullah’tan özür dile ve beni o gence nikâhla. Resûlullah’ın uygun bulduğunu ben de uygun bulurum.

Kızının ikazıyla mescide koşan baba özür diler:

– Söylediğinin doğru olup olmadığını bilmiyordum. Demek ki doğruymuş. Kızımı verdim. Şu anda nikahlısıdır.

Efendimizin gence emri:

– Git, evini hazırla, aile oturacak şekilde döşe.

– Benim ev döşeyecek tek dirhemim bile yok!..

– Öyle ise Ali’ye, Osman’a, Abdurrahman bin Avf’a git. Onlar sana ikişer yüz dirhem versinler.

Uçarcasına gider. Onların her biri, emredilenden fazla yardımda bulunurlar ve sıra çarşının yolunu tutmaya gelmiştir. Bir ev hazırlamak için gerekli para elde mevcut. Hele zevcesi, ümidinin de üstünde bir azizedir âdeta...

Çarşı yolunda hızla giderken kulağına bir ses gelir. Önce anlayamaz, duraklar ve nefesi kesilircesine dinler. Evet, evet yanlış anlamamıştır, doğrudur. Ses herkese ilan etmektedir:

– Ey kendini Allah’a asker bilen Müslümanlar!

Derhal atınıza binin, cihada yönelin. Ordu mescidin dışında beklemektedir. Siz böyle gün için varsınız dünyada! Düşman ani baskın yapacak!

Şimdi ne olacak.. Cihada mı gitsin, evlenmeye mi.. Yönünü hemen değiştirir, demirciler çarşısına gider. İlk işi bir kılıç, sonra bir zırh, daha sonra da bir at almak olur. Elindeki paranın hepsini de harcamıştır. Ama cihad için lazım olan silahını da tamamlamıştır...

Sıçradığı atının üzerinde kuş gibi uçar, bekleyen orduya toz duman içinde karışır.

– Bu genç, herhalde Bahreyn’den gelen biridir, derler. Ancak onun siyahlığını fark eden Resûlullah Aleyhisselam:

– Sen Saad mısın buyurur.

– Evet, deyince de dua eder:

– Ceddine saadetler!..

Kumlu çöllerden geçilir, tozlu yollardan gidilir ve nihayet düşmanla müthiş bir savaş başlar... Herkes cesaretle ileri atılır. Ama içlerinden biri herkesten de cesaretle atılır; saldırdığı tarafın adamlarını sağa sola püskürtür. Neden sonra meydan sakinleşir, düşman kaçmış, müşrikler yok olmuşlardır. Şehitler tespit edilirken, bir ses:

– Allahü Ekber! Evlenmek üzere olan Saad da şehit!

Efendimiz onun cesedi başına gelir, mahzun şekilde bakar:

– Seni Havz-ı Kevserimin başında bekleyeceğim!

Bir hayret nidası daha:

– Allahü Ekber!

Sonra döner, oradakilere hitap eder:

– Kılıcını, mızrağını ve atını alın, kendisini gönüllü olarak isteyen kızcağıza verin. Babasına da deyin ki:

– Kızını vermekte tereddüt ettiğin siyah yüzlü gence Allahü Teâla cennet hurilerini lâyık gördü!

Ve hayret nidaları birbirini takip eder: – Allahü Ekber! Allahü Ekber!...


Rabbim bizede böyle iman nasip etsin inşallah...
Serçenin avcıya nasihati..
Avcının biri kuş avlamak için tuzak kurmuştu. Tuzağa küçük bir kuş yakalandı. Minik kuşu eline aldı. Hayret! Minik kuş konuşuyordu. Minik kuş:
- "Ey büyük efendi! Sen birçok koyunlar, sığırlar, develer yedin. Onların etlerinden bile doymadın ki, benim etimle mi doyacaksın? Ben senin dişinin kovuğunu bile dolduramam.
Şayet beni salıverecek olursan, sana üç öğüt vereceğim. Bu öğütlerden ilkini senin elindeyken, ikincisini şu damın üstünde, üçüncüsünü ise ağacın üstünde söyleyeceğim. Bu üç öğüdümü tutacak olursan, ömür boyu mutlu olursun." dedi.
Avcı bu teklifi beğendi. Zaten eti olmayan bu küçük kuşla nasıl doyacaktı ki? Kuşun öğüdü belki işe yarardı. Avcı:
- "Peki, söyle bakalım" dedi.
Minik kuş:
- "Elindeyken vereceğim öğüt şudur: (Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin inanma)." Kuş, bu birinci öğüdünden sonra avcının elinden karşıdaki damın üstüne kondu.
- "İkince öğüdüm: (Geçmiş gitmiş şeyler için üzülme. Bir şey senden gittikten sonra onun hasretini çekme)."
Kuş, ikinci öğüdüne devam etti:"Benim karnımda on dirhem ağırlığında çok değerli bir inci vardı.O inci seni de, çocuklarını da zengin ederdi. O inci senindi ama, kısmetin değilmiş. Öyle bir inci kaçırdın ki, dünyada eşi benzeri yoktu." dedi.
Avcı, bu sözleri işitince: "Eyvah! Ben kendi elimle kendime yazık ettim. Elimdeki talih kuşunu kaçırdım. Ah benim akılsız kafam" diye üzülmeye, ağlamaya ve dövünmeye başladı.
Kuş, avcının bu halini görünce:
- "Be aptal adam! Biraz önce ben sana ne öğüt verdim? Şu haline bir bak. İnci elinden gittiyse ne üzülüyorsun? Ben sana geçen bir şeye üzülme demedim mi? Sözümü anlamadın mı? Sonra sana 'Olmayacak bir söze sakın inanma' diye ilk öğüdümü verdim. On dirhemlik inciyi duyunca aklın başından gitti. Benim üç dirhem gelmeyeceğimi bildiğin halde, nasıl içimde on dirhemlik inci bulunabilir?" dedi.
Avcı, kuşun uyarısını dinleyince, aklı başına geldi.
- "Hayır, güzel ve akıllı kuş! Şu üçüncü öğüdünü de söyle, öyle git." dedi.
Minik kuş, üçüncü öğüdünü vermek için damdan ağacın üstüne sıçradı ve avcıya alaylı bir tavırla:
- "Allah Allah! İlk iki öğüdümü çok iyi tuttun da üçüncüsünü mü tutacaksın?" diyerek tamahkar avcının haline güldü ve göğün maviliklerine doğru uçtu gitti...

Mesnevi: Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır. Abdallık ve bilgisizlik yırtığı yama kabul etmez. Ey öğütcü, ona hikmet tohumunu saçmadan önce, onu yamasız, yırtıksız hale getir.

Mevlana
Kıssadan Hisseler

'' Çobanın Aşkı ''

 
"ÇOBANIN AŞKI"
Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun  halini:
 
- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki “sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine” dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim...
 
İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden,gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. 

Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya evirip tebessüm etti.
 
- Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.
 
İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu dağ kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı,her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyor, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. 
 
Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.
 
Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin   bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:
 
- Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih , kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?
 
- Evet , dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir.
 
İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman,  yüreğine yeniden can gelmişti. 
Arkadaşına sarılıp, elinde tespih, gönlünde  aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu  tuttu. 
Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihini aldı ve dudakları 
kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah...
 
Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalaya dursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. 
Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen ençten  bahsediyordu. 
Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada  işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:
 
- Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah'a adamış, gecegündüz 
durmadan Allah diyormuş, Allah Allah ...”
 
Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya  geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, 
dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu 
nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam , karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardınca anlatmaya başladı:
 
Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor,  tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye  çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. 
Ay ışığında  dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.
 
Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu 
neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi,an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah...
 
Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün  ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmu ştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından,bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri . Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya,sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin:
 
- Hünkârım , gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler,  demesiyle son buldu.
 
Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin 
derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. 
Güldü ihtiyar:
 
- Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti.
 
- Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?
 
Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden... Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların 
arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. 

Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir  olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.
 
Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine  bağladı, duyulması güç bir sesle;
 
- Efendim , dedi, sizi ziyarete geldik.
 
Yavaşça başını çevirdi aşık , sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en 
ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar... 
Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru 
uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.
 
Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik,  ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.
 
- Efendim , diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı  âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz...
 
Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavu ş acak , murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. 
 
Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. 
Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.
 
Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, 
gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir  ifadeyle:
 
- Hayır , dedi, kızınızı istemiyorum.
 
Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret  içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. 
Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:
 
- Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?
 
Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:
 
- Aaa dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah 
padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah 
deseydim...

 

Kur'an'da pekçok ayette geçen "kalplerin mühürlenmesi" ne demektir?

Kalp mühürlenmesi, bir kalbin küfür ve isyanla katılaşmak ve kararmak suretiyle imanı kabul edemez hale gelmesi şeklinde tarif edilir. 


Allah Resulü (asm.) buyururlar ki: "Her günah ile kalpte, bir siyah nokta meydana gelir." 

Bir ayet-i kerimede de “Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (sair günahları) dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa Sûresi, 4/48) buyrulur. Bu hadis-i şeriften ve âyet-i kerimeden anladığımıza göre, kalbi karartan en büyük siyahlık şirk, yani Allah’a ortak koşmaktır. Bir insan, şirki dava eder ve bu hususta müminlerle mücadeleye girişirse, her geçen gün kalbindeki bu siyahlık daha da koyulaşır ve genişlenir. Git gide bütün kalbi sarar. Artık o insanın iman ve tevhidi kabul etmesi âdeta imkânsız hale gelir. Nur Müellifi'nin ifadesiyle, “Salâh ve hayrı kabule liyakati kalmaz.” 

İşte sözü edilen âyet-i kerime, Allah Resûlüne (asm.) cephe alan, onunla mücadele eden müşrikler hakkında nâzil olmuştur. Ve o müşriklerin kalplerinde şirkin tam hâkimiyet kurması ve tevhide yer kalmaması, “kalp mühürlenmesi” şeklinde ifade edilmiştir.

İşte kendilerine hidayet kapısı kapananlar, bu noktaya varan müşriklerdir. Yoksa günah işleyen, zulüm eden yahut şirke giren her kişi için hidayet kapısının kapanması söz konusu değil. Aksi halde, asrısaadette, daha önce putlara tapan on binlerce insanın İslâm’a girmelerini nasıl izah edeceğiz?!..

Şirke giren her insanın kalbi mühürlenseydi, hiçbir müşrikin Müslüman olamaması gerekirdi. Demek ki, kalbi mühürlenenler, tevhide dönmeleri imkânsız hâle gelenlerdir.

Ve onlar, bu çukura kendi iradelerini yanlış kullanarak düşüyorlar.

Çok önemli bir noktaya da kısaca değinmek isteriz: Nur Külliyatı'nda küfür iki kısımda incelenir: Adem-i kabul ve kabul-ü adem. Adem-i kabul, yani “iman hakikatlerini kabul etmeme” hakkında “Bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilane bir hükümsüzlüktür.” denilir. Kabul-ü ademde ise küfrü dava etmek ve batıl itikadını ispata çalışmak söz konusudur. Bu ikinci gurup, küfür cephesinde yer alarak iman ehliyle mücadele ederler. İşte kalp mühürlenmesi, daha çok, bunlar için söz konusudur. Daha çok diyoruz, çünkü bu insanlardan da, az da olsa, hidayete erenler, İslamı seçenler çıkmaktadır.

Sevgilinin yüzü mü; aşk yangınını alevlendiren ilk kıvılcımdır,
Âşığın kalbi mi, ilk bakıştan sonra suda titreyen bir mehtap...
Göz;
Savaşı başlatan haberci...
Bakış;
...
Elde olmayan kader; ilâhî kaza…
Ve aşk;
Kalp ile göz arasında kutlu bir hadise…

Bir adam Hz. Ali’ye geldi ve “Sana sormak istediğim dört sorum var” dedi. İlim Şehrinin Kapısı “Buyur, sor” dedi. Adam sordu.
__“Vacip nedir? Vacipten evvel vacip nedir?...”
Hz. Ali cevap verdi. “Tövbe etmek vaciptir günahları terk ise ondan önce vaciptir.”
Adam sordu.
___“Yakın nedir? Yakından yakın nedir?”
...
Hz. Ali cevap verdi. “Kıyamet yakındır ölüm ondan daha yakındır.”
Adam sordu:
___“Acayip nedir? Acayipten daha acayip nedir?”
Hz. Ali cevap verdi.“Dünya acayiptir dünyayı sevmek ise ondan daha acayiptir.”
Ve adam son olarak, şu soruyu sordu.
___“Zor nedir? Zordan daha zor nedir?”
Ve Hz. Ali, bu son soruya da, şöyle cevap verdi.“Kabir zordur; azıksız, amelsiz kabre girmek ondan daha zordur.”

Üstad Kadir Mısıroğlun'dan Evlilikle ilgili Tavsiye...

Şu fani hayatı huzur ve sükun içinde Yaratıcının emirleri istikametinde idame ettirebilmenin temel müessirlerinden biri de eş seçimidir.

Lakin her insan adeta bir derin kuyudur. Zahirde emredilmiş olan şartlara riayet ettikten sonra istişare ve istihare ile hareket etmeli ve ondan ...
sonra da Allah'a niyaz ve tevekkül ile teveccüh etmelidir.

Buna rağmen isabetsizlik vaki olursa, tahammülü imkansız bazı ahval dışında ortaya çıkabilecek her maniye katlanarak bunun bir "imtihan sebebi" olduğu düşünülmeli ve basit basit sebeblerle boşanma yoluna gitmemelidir.

Zira Allah'ın en hazzetmediği helal, talak yani boşanmadır!..

[Hayat Felsefesi yahud Yaşamak Sanatı adlı eserinden]

Ey zevk ve lezzete müptelâ insan! Ben yetmiş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüc...cetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki, hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.

Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur, hayatın lezzetini kaçırır.

***Bediüzzaman Said-i Nursi***


Ellerini Bana Verecek misin?

Dost kentleri yıkıp sana gelmişim
Esirin olmayı şeref bilmişim
...Bilsen ıssızlıktan nasıl yılmışım
...

Bu sessiz dünyama girecek misin
Ellerini bana verecek misin

Gül yüzünü geceler dokurum
Şiirimsin günde binkez okurum
Dara düştüm sağım solum uçurum

Şimdi bu müşkülüm görecek misin
Ellerini bana verecek misin

Ümitler dal-budak, ümitler sıcak
Ellerinki karanlığı kovacak
Bir rahmet bekliyorum yağdı yağacak
Bu kısır toprağı sürecek misin
Ellerini bana verecek misin

Dilaver Cebeci