31.05.2013

âmin..âmin..âmin..

 
 
 
Ey Güzeller Güzeli Allah’ım! Ey güzelliği
akılara hayret ve durgunluk veren Bedi olan
Allah’ım. Seni çok seviyoruz. Ne olur Sen
de bizleri çok sev Allah’ım.
Bu günümüzü, bu haftamızı, bu ayımızı,
ömrümüzü hayırlı eyle. Bize ve
nesillerimize uzun hayırlı ve sıhhatli bir
ömür ver. Geçmiş devirlerde
peygamberlere, alimlere nasıl hayırlı işler
yaptırdıysan bizlere de öyle hayırlı işler
...
yaptır. Meleklerin dillerine destan olacak
hayırlı işler.
Vakti gelmiş bekarlara Saliha eş ver.
Evlilerin Sana olan aşkını arttır Allah’ım.
Evlilerin evleri mutluluk ve huzur yuvası,
Cennet köşesi olsun Allah’ım.
Evladı olmayanlara hayırlı evlatlar, evladı
olanlara da uzun, hayırlı ve sıhhatli bir
ömür ver. Sen latifsin lütfeylemeyi
seversin. Evlatlarımızın ilmini, fehmini ve
zekalarını attır.
Gençlerimize gençliklerini Senin yolunda
kullanmayı lütfeyle. Gençlerimizi Dünya ve
içindekilere tenezzül etmekten Sen koru.
Hakiki Sevgili Sensin. Sana aşık, vurgun,
tutkun olmayı bizlere lütfeyle. Mecnun’un
Leyla’ya, Ferhat’ın Şirin’e olan aşkından
daha derin bir aşkla Seni sevelim, Sana
meftun olalım. Gençlerimizi Allah Aşığı,
Peygamber Sevdalısı eyle.
Ey Gani, Muğni, Kerim, Latif olan Allahım!
Senin büyüklüğün kadar lütuf, ikram ve
ihsanların da büyüktür. Bizim
küçüklüğümüze değil, Senin büyüklüğüne
yakışır bir şekilde Senden lütuf ve
ikramlarını bekliyoruz. Sen Zül Celali
Velikram’sın. Sana her an edilmiş ve
edilecek bütün hamdü senalar adedince
hamdü senalar olsun.
Bizlere Aşkta derinleşmeyi lütfeyle. Bizleri
Seni anlatan bir dil eyle. Herkes Seni bilsin.
Herkes Seni sevsin. Bizleri Aşıklara
Bayraktar Eyle. İnsanlık Sana vurgun,
tutkun ve meftun olsun.
Hastalarımıza şifa ver. Sen Şafi’sin, şifa
vermeye Kafi’sin. Sen Merhametlilerin en
Merhametlisisin (Erhamerrahimin)
Hastalarımıza merhametin et, şifa ver.
Borçlularımıza edayı lutfeyle. Çünkü Sen
Gani, Muğni, Kerim, Latif ve Zül Celali
Velikramsın.
Ömrünün en olgun çağına gelmişlerimize
en olgun meyveler vermeyi lütfeyle.
Manevi ve maddi hazinelerinden bol bol
ver, bol bol verdir. Ticaretlerimizi
“Ticareten Lentebur” Tükenmeyen ticaret,
sırrına mazhar eyle.
Bizleri yolunda eyle. Yolunda olanları iki
cihanda aziz eyle. Dünya durdukça duracak
hayırlı işler yapmayı bizlere nasip eyle.
Meleklerin hamdü senaları adedince Sana
hamdü senalar olsun Allahım.
Habibinin hamdü senaları adedince Sana
hamdü senalar olsun Allahım.
Malumun adedince Sana hamdü senalar
olsun Allahım.
İlmin adedince Sana hamdü senalar olsun
Allahım.
Yaşlılarımızın hamdini, zikrini, şükrünü
arttır. Yaşlılarımızı ve gençlerimiz Allah
Aşığı eyle. Yaşlılarımızın hürmetine
gençlerimizi ve çocuklarımızı ahir zaman
fitnesinden ve tehlikelerinden koru.
Yaşlılarımızı bilge eyle. Yaşlılarımıza ve
gençlerimize bol bol Cennete yatırım
olacak hayırlar yapmayı lütfeyle. Bize ve
kıyamete kadar gelecek nesillerimize Taht-ı
Süleyman’dan ziyade taht ve baht ver.
Bizlere uzun, hayırlı ve sıhhatli bir ömür
ver.
Bizleri Mahşerde Şefaat Sultanı Habibine en
yakınlardan eyle.
Senden Cennette en yüksek dereceler
istiyoruz Güzel Allah’ım.
Cennette Cemalini en yakından ve
kesintisiz görmek istiyoruz.
Sen’den Sen’i istiyoruz. Senin rızanı
istiyoruz. Ne olur Lütfeyle.
Cennette Habibine komşu eyle.
Senin Cemalini temaşa ederek zevki
ruhaniye gark olmayı bizlere lütfeyle.
(Amin)
(İsmail KILINÇ’ın “Esmaü’l Hüsna Hazinesi”
kitabından)

Yürekten Amin..

 
 
Bismillahirrahmanirrahim...
Ya Rab! Affını ihsan eyle nur sızmamış her
hâlimize. Ağırlığından ezildiğimiz günah
defterlerimize. Günbatımlarının kuşattığı
aciz sözlerimize, dile getiremediğimiz
tövbe yüklü cümlelerimize... Ört üzerlerini
Settar isminle çirkinliklerimizin...
Ya Rab! Esirgeme "sevgi" dediğin, o
anlaşılmaz kalb anahtarını... Mühürleme
tahtını kurduğun şu kalbi sensizlikle. Bizi
...
bize bırakıp, yapayalnız koyma
karanlıklarda.
Ya Rab! N'olur günyüzü göster bize, güneşi
avuçlayalım sımsıkı. Tüllensin yeniden
sevgimiz...
Ya Rab! Ümit bahşet!.. Ümit olsun yeni
doğan sabahlarımızın adı... Bir güvercin
kanadında, yahut mor menekşe
akşamlarda... Buz kesilmiş hayâllerimizin
yamacında beklerken, ümit yeşertsin
dualarımız. Rüzgârın hâyhûyuna takılıp
sararan ömrümüze bir çiğ düşsün ümitten
yana. N'olur hiç solmasın ümidin yedi rengi
içimizde...
Ya Rab! Unutturma kendini.. unuttur
Sen'den gayri her şeyi. Beyhude geçen
günlerimizin alaca karanlığında takılıp
kaldığımız "mecâzî sevdaları." Şu ritmi
bozuk kalb atışlarımıza şifâ sun.. acı veren
isyan günlerimize, diz üstü çöktüğümüz
kara gecelerimize. Yağmuruna hasret
bıraktığınız gönül mevsimlerine...
Yalvarıyorum! Rahmetini lûtfet günün
birinde.
Ya Rab! Barış lûtfet, sekîneler indir
meleklerin nurdan kanatlarıyla, taştan da
katı yüreklere... Ve silâh gölgesinde gözyaşı
döken masum çocuklara, güzel günler
lûtfeyle...
Ya Rab! Dindir içimizdeki acıları. Bembeyaz
tebessümler nakşeyle dudaklarımıza..
ölümü değil, umudu bekleyenlere, bugünü
değil, yarını arayanlara, güller sunalım ışık
süvarilerimizle...
Yaşayan değil, yaşatan olalım... Dalgalı
denizlerde alabora olanları, tanımadığı
sularda yitip gidenleri, sâhil-i selâmete
ulaştır. Günyüzü göster bize, güller açsın
solgun ve yorgun şehirlerimizde.
Rahmetinin serinliğini indir toprağımıza...
Ya Rab! Zaman ve mekânları aşkın bir
surette gidelim Peygamber-i Zîşân'ın
şefkât iklimine. İklimi sarsın bizi tül tül ve
biz gönül kadehlerimizde sunalım
dostluğumuzu... Katık edelim
gözyaşlarımızı, 'vuslat'ı yaşayalım. Dillerimiz
yana yakıla,
amin velhamdülillahi rabbil alemin..

Benim referansım Allah 'tır..

 

 
 
Birkaç yıl önce, bir vilayetimizde, bir
bakanlığın il müdürüydüm. Bağlı
bulunduğumuz genel müdürlük, başka üç
ilin de il müdürüyle birlikte beni, diğer bir
ilimizde personel almak üzere
görevlendirdi. Biz dört arkadaş birleşerek
sözünü ettiğim ile gittik. Önceden bizim
için ayrılan misafirhaneye yerleştik, şehre
gelişimizi kimsenin duymasını
...
istemiyorduk. Zaten ben ve arkadaşlarım
bu ile ilk defa geliyorduk. Ne kimseyi
tanıyorduk, ne de kimse bizi tanıyordu.
Arkadaşlar olarak hepimizin kanaati aynıydı,
siyasi ve diğer baskılardan hiçbirine boyun
eğmeden hak edeni kazandırmak.
Biliyorduk ki, katılım yoğun olacak ve
herkes, maalesef bir referansla, bizi
rahatsız edecekti. Bunun için çok dikkatli
olmalıydık.
İle ikindi vakti vardık. Kimseye
görünmeden şehrin biraz dışındaki kenar
bir mahallede, tarihi bir camiye gittik.
İkindi namazı kılınmıştı ve caminin avlusu
boştu. Osmanlı'dan kalma, mimarisi
insanda manevi duygular uyandıran şirin bir
caminin avlusundayız. Dört arkadaş
şadırvana oturarak abdest almaya başladık.
Mayıs ayının serin, sıcak havası da ayrı bir
güzellik katıyor çevreye. Ayakkabılarımı
çıkarıp çoraplarımı da sıyırmaya
başlamıştım ki ayaklarımın önüne bir çift
takunya kondu. Takunyaların geldiği tarafa
doğru şaşkınlıkla başımı çevirdim. Yüzüme
tebessümle bakan, orta boylu, esmerimsi
ve yakışıklı diyebileceğimiz, yirmi beş
yaşlarında bir gençle göz göze geldim.
Utangaçlığın vermiş olduğu çekingenlikle:
"Ben buraları bilirim, siz yabancıya
benziyorsunuz, namaz kılana hizmet etmek,
Rabbimin hoşuna gider, O'nun rızasını
kazandırır; Allah kabul etsin!" dedi.
Gencin tebessümü, davranışı, kibarlığı, her
şeyden önce içten davranışı hepimizi çok
etkiledi. Sordum:
"Sen kimsin?, Adın nedir?"
"Adım Bilal, bu mahallede oturuyorum."
Bir an abdest almayı bırakarak gençle
ilgilenmeye başladım.
"Ne iş yapıyorsun Bilal?"
Biraz durakladı; ama yüzündeki
gülümsemeyi hiç eksik etmeden sorumu
cevaplandırdı:
"Şimdi işim yok; ama inşallah yakında işe
gireceğim"
O kadar inanarak söylüyordu ki bunu,
"Nasıl olacak o, Bilal?" dedim.
Müthiş mütevekkil ve huzurlu bir yüzle:
"Üç gün sonra" dedi, "… Müdürlüğü sınavla
personel alacak. Rabbim, oraya girmeyi
nasip edecek inşallah!" demez mi?..
Ben bir an neye uğradığımı şaşırmıştım. İşe
alacak olan bizdik. Arkadaşlarım da artık,
Bilal ile aramızda geçen konuşmalara dikkat
kesilmişlerdi.
"Peki, Bilal" dedim, "Bu zamanda işe
girmek zor, hem de çok zor! Senin torpilin
var mı? Referansın kim? İşe nasıl
gireceksin?"
Bilal o mütevekkil ve mütebessim halini
kuşanarak (ki bu halini hiç unutamıyorum.),
hepimizin üzerinde bomba tesiri bırakacak
sözü söyleyiverdi:
"Bir yetimin referansı kim olur? Benim
referansım Allah Celle Celaluhu'dur. Ne
güzel vekildir O. Dün gece teheccüd
namazımdan sonra dilekçemi O'na
sundum. Hiç yetimin duasını geri çevirir mi
O?"
Ya Rabbi! Ne işe tutulmuştuk? Ağlamamak
için kendimi zor tutuyordum! Gözlerimin
buğulandığını ona göstermemeliydim.
Musluktan avucuma su alıp yüzüme
serptim.
"Bilal, baban yok mu?"
"Yok, ben üç yaşındayken ölmüş.
Anneciğim büyüttü beni".
Temiz bir saflık üzerindeydi. Bütün
söylediklerini gönülden söylüyordu. Bu o
kadar meydanda idi ki, kalbi adeta yüzüne
vurmuştu.
"Askerliğini yaptın mı Bilal?"
"Yaptım ya, hem de çavuş olarak".
Artık Bilal'ı daha yakından tanımalıydım;
çünkü o tanınmayı çoktan hak etmişti.
"Evli misin Bilal?"
Bir anda gözleri yere düştü. Yine o
mütevekkil hali üzerindeydi. Utanarak
sözünü sürdürdü; "He ya, evli değil de
sözlüyüm. İnşallah, işe girer girmez
düğünümü yapacağım".
Yine o kadar kesin konuşuyordu ki!
"Ama Bilal, üç gün sonraki sınav için o
kadar kesin konuşuyorsun ki, sanki sınavı
kazanmış gibisin!"
Sustu. Başını kaldırdı ve gözlerini ufka dikti;
hemen cevap vermedi, daldı. Yüzünün
rengi bir beyazlaşıyor, bir sararıyordu. Biraz
sonra gözleri ufka dikili olarak ve sesine bir
gizemlilik katarak şunları söyledi:
"Ben Rabbimi çok seviyorum, inanıyorum ki
o da beni seviyor. Seven seveni korumaz,
ona yardım etmez mi? Seven seveni hiç yüz
üstü bıraktığı görülmüş müdür?"
Ona söyleyecek laf bulamıyordum. Bilal
öylesine bir kalp taşıyordu ki, Allah bizi,
kocaman kocaman müdürleri, Bilal kuluna
hizmet ettirmek için ayağına göndermişti.
Kim müdürdü, kim işçi olacaktı? Bilal
dilekçesini en büyük makama sununca,
melekler harekete geçtiler; daireler,
müdürler harekete geçtiler ve hep birlikte
Bilal kulun ayağına koşmaya başladılar.
Çünkü emir büyük makamdandı. Allah'a
malik olan insanın mahrumiyeti söz konusu
olabilir miydi? Sormaya devam ettim, içim
titreyerek:
"Bilal, sözlünü nasıl buldun? Bu zamanda
hem yetim, hem işsize kim kız verir ki?"
Başını salladı ve "doğru" diyerek ekledi;
"Zor nişanlandım ya, Allah razı olsun,
kayınpederim olacak olan insan, ‘sözde
Müslüman' değil, hakiki mümin. ‘Bu
zamanda namazında niyazında damat nerde
bulunur, hem rızkı veren Allah'tır' dedi ve
kızını bana verdi. Rabbim rızkımızı verir
inşallah."
"Bilal, senin bu tarz yetişmene neden olan,
seni bu mütevekkil hale getiren bir sır olsa
gerek."
" Eğer ona sır denilirse, var. Sevgili
anneciğim bana hiç haram lokma
yedirmediğini söyler."
Bilal lise mezunuydu, üç yüz kişinin
katıldığı yazılı sınavı başarıyla geçerek ilk
yetmiş kişinin arasına girdi.
Şimdi mülakata girecekti.
Ve bizler, önümüze sunulan, Bakanlık dâhil,
bütün referansları bir kenara koyarak
Bilal'ın referansını en öne aldık!
Mülakat gününe kadar bizi göremedi, kim
olduğumuzu da zaten bilmiyordu. Mülakat
günü geldi çattı. Tüm arkadaşlar merak
ediyorduk, bizi karşısında görünce acaba
nasıl tepki verecekti?
Adı okundu, içeri girdi. Heyecandan olacak,
bizi birden fark edemedi, zaten
kıyafetlerimiz de değişmişti. Biz susmuştuk,
o da başını yavaş yavaş kaldırarak bize
baktı.
Birden şaşırır gibi oldu, yüzü kızardı ve
gözleri yere düştü, sessizliği bozdum;
"Bilal, bizi tanımadın mı?"
"Evet".
"Peki, ne diyeceksin şimdi?"
Ağlamaya başladı, çocuk gibi hıçkırıyordu.
Artık biz de dayanamamıştık, ona uyduk.
Sabah makamında hıçkırıklar boğazımıza
düğümlenmişti. Salon öylesine bir havaya
bürünmüştü ki bazı manevi şeylere elle
dokunmak mümkündü, adeta. Bilal ellerini
Rabbine kaldırdı ve:
"Ey Rabbim! Ben halimi sana sunmuştum,
içimi sana açmıştım, şimdi burada
müdürlerime karşı mahcubum. Ey Allah'ım,
ben Sen'den, başkasından istememeyi
istedim. Beni yalnız Sana muhtaç eyle
Allah'ım" dedi.
Bir an bir sessizlik oldu. Arkasından hüzün
dolu bir sesle;"Ne olur, izin verin çıkayım"
dedi."Peki, Bilal" dedik, "Güle güle git.
Allah işini, aşını, eşini mübarek kılsın!"
Allah'tan isteyenler muratlarına erdiler de,
O'ndan başkasından dilenenler helak
oldular.
Allah dilerse bütün dünyayı Bilal'lere
hizmetçi yapar .(Bizi yapmadı mı?). Fakat
Bilal yüreğine ve saflığına ulaşmak gerek.
haydi bismillah..!
D. Ali TAŞÇI
 
 
 
 
 
İnsanlar Kirletmese Her Yer Tertemiz!
YAĞMUR yağıyor, önce havayı temizliyor...
Havada savrulan tozlar, biriken gazlar yere
iniyor... Pırıl pırıl oluyor atmosfer... Sonra
yere düşüyor damlalar, bütün kiri söküp
çıkartıyor... Ardından akışa geçiyor, küçük
derecikler oluşturuyor... Önüne gelen
süprüntüleri alıp ırmaklara götürüyor...
Irmaklar da denizlere taşıyor yükünü... Bu
maddeler denizdeki canl...
ılara rızık oluyor...
Yeryüzünde kullanılan suyun temizlenmesi
gerek... Nasıl olacak bu iş? Bizi aşar... Bu
da gerçekleşiyor... Yeryüzünün buhar
kazanları olan denizler, göller, su
birikintileri buhar olup göklere çıkıyor...
Her gün milyarlarca metre küp su... Bir
pompalama işi var yerden göğe... Akıllara
hayret veren bir biçimde çalışıyor bu
pompalar... Göğe yükselen buhar, bulut
oluyor... Sonra yağmur olup suluyor yerin
yüzünü... Üstelik karalara geliyor bu
bulutlar... Rüzgâr adlı başka bir görevli işini
o kadar güzel yapıyor ki... Koyunlarını
güden bir çoban gibi güdüyor bulutları,
taşıyor karaların üstüne... Sonra damlalara
dönüşüyor buhar kümeleri... Temiz,
damıtılmış bir su iniyor yerin yüzüne... Her
adımında mucizeler gerçekleşiyor... Bu
yağmur dağları yıkıyor, ovaları, tepeleri,
vadileri, ağaçları, hayvanları, yerleşim
birimlerini temizliyor... Rüzgâr da temizlik
görevlisi... O da üfleyerek temizliyor her
yerin tozunu... Şehirlerde kullanılıp
kirlenen havayı alıp götürüyor, yerine temiz
hava getiriyor... İnsanın kirli elleri
kirletmemişse her yer tertemiz... Nerde
insan varsa orda kir var, pislik var... Yalnız
gökte ve yerde mi bu temizlik? Denizlere
bak, orada deniz canlılarının cenazelerini
temizleyen görevliler var... İçindekileri et
yiyici hayvanlar temizliyor, üste çıkanları da
martılar ve benzerleri... Ve daha bir sürü
temizlik erleri... Deniz de parlıyor insanı
âşık edercesine... Karaların kartalları,
akbabaları, karıncaları, bakterileri de birer
temizlik memuru... Nerde bir hayvan
cenazesi olsa gidip yiyor, çevreyi
kirletmesine engel oluyorlar... Şimdi uzaya
bak... Sürekli yıldızlar ölüyor, dev gibi
küreler yıkılıyor... Ama feza da tertemiz...
En uzak yıldızları bile teleskoplarla görmek
mümkün... Gök cisimleri tesadüflerle
hareket etmiyor, hepsi bir düzenin esiri...
Aksi halde dünyayı harap edecekti, senin
de o güzel başına taşlar inecekti... Temizlik
işleri bu kadar mı? Hayır, bitmedi... Çünkü
her yeri kaplayan bir iş, bir eylem var...
Tüm varlıkları kapsayan bir fiil... Allahın
“Kuddus” isminin varlık aynalarında
yansımasından söz ediyoruz... Evet,
temizlik fiilinin öznesidir, Allah... Bu iş için
de nice varlıklar yaratmış... Yerleri, gökleri,
denizleri, uzayı temizletir, kendini temizlik
diliyle de tanıtır tanımak isteyenlere...
Şimdi sen kendini incele... Göz kapakların
nasıl da temizliyor gözlerini... Gözyaşında
eritici bir özellik var, gözüne giren tozu yok
ediyor... Sen de görebiliyorsun... Her an
kanın temizleniyor... Minnacık askerler,
alyuvarlar ve akyuvarlar her an hizmette...
Havanın zerreleri de boş durmuyor, kanı
temizliyor... Hepsi düzenli, uyumlu,
hikmetli... Bu işler hiç tesadüf eseri olur
mu? Görünmez bir el öyle bir düzen
kurmuş, öyle güzel işletiyor ki, her yer
temiz oluyor. Elbette temizlik fiili de bir
özne ister... Bir küçük ev bir ay
temizlenmese içinde durulmaz... Bir
fabrika da süprüntüler temizlenmese içinde
çalışılmaz... İnsan bir ay kendini
temizlemese yüzüne bakılmaz, kokusundan
yanına yaklaşılmaz... Peki, bir fabrikaya, bir
otele, bir büyük eve benzeyen şu görkemli
evreni, şu güzel dünyayı kim temizliyor...
Bütün varlıkların içini, dışını... Bir de
manevi kirler var... Şüpheler, kuşkular,
kuruntular... Ve günahlar... Bunlar da
kalbin, ruhun kirleri... İnsanı iç sıkıntısına
iten paslar... Bunalıma sürükleyen
karanlıklar... Onları temizleyen de, Allah...
Yeter ki arınmak istesin insan, pişman
olsun, tevbe etsin... Kuddus ismi orada da
tecelli ediyor, beliriyor, görünüyor... Bize
maddi yağmurlar gerek temizlenmek için...
Ve manevi yağmurlar, kalbimizin kirlerini
silecek...
 
Ömer Sevinçgül
 
 
 
 


Hatırla o zamanı ki... Zaman ezeldi... Var
olan yoktu varlık mimarı olandan gayrı ve
var’lığa Gül’ün nuruydu, geldi... Adem,
ruh ile ceset arasındaydı; ve gelişler
deste beste, gitmeler gelişi güzeldi...
Efendim bir elçiydi o gün!...
Düşün o günü ki... Olacak olan
olduğunda... Var olan her şey yine yok
...
olduğunda... Zaman dolduğunda ve Azrail
son cana da son ecel merhabasını
sunduğunda...
Efendim yine bir elçi olacak!..
İki elçilik arasındaki her şey, seven ile
sevilen arasında hakikatte, ve gerisi
yalnızca bir vesaire... Bunca tufan, bunca
fırtına, Gül olana bir sevgi sınanması... Bir
ömür boyu, üşenmeden ve usanmadan,
ve ayrık sevgilere aldanmadan ve
kanmadan, belki gayrıyı varlık sanmadan,
sevgiyi iplik iplik göz yaşlarıyla yamayıp
giyenin sınanması... Öyle ki Gül sevgisini
küçümseyenin, Gül’e dair aşka heyhat
diyenin, hayata vurduğu silleler ve çilleler
arasında bir sınanma... Gölgesini içine
düşüren asırlık özleyişlerde doğmaya
çalışan güneşlerin, belki silmece çıkmayan
lekeleriyle içlerinin mürekkebini boğmaya
alışan leşlerin duruşması. Sevinçlerin
kumaşında parlayan hüzünlü dokunuşlarla
bencil güvelerin delik deşik ettikleri sahte
tebessümler arasında süregelen bir
dava... Ve bunda yitmeler... Ve onda
gitmeler... Temiz gönüller adına; “Bir
hâdise var cân ile cânân arasında”.
***
Gül yüzlüm! Kitaplar kitabında öz
nefsimizden evla okunası ey!..
Sevginde ihmal ettik diyedir şimdi bütün
acılar... Bizi sevdiğin gibi sevemediğimiz
içindir seni bütün kötülükler...
Emeklerimizi başkaları giyiniyor ya; ve
parmak uçlarıyla ak renklerimiz çiğneniyor
ya, sevginin yokluğundan, ve isyanın
çokluğundandır hep. Zenginliğimiz içinde
fakir, ilim çağında cahil isek bundandır.
Aşk yüzyıllarının rutubetli arşivlerine inen
acılarımızın sessizliklerde kuluçkalanması
da; incecik görüntüsünde bir ışığın dağılan
parçalarını toplayamayan mıknatısların
halkalanması da bundandır, bundandır
Efendim. Kadim zamanlara ait
elyazmaların fersude sözler eleyen
sayfalarına yazgılı kurutulmuş
çiçeklerimizin, ya ki hatıraların hüzünle
konuştuğu odalarda ufalanan ürpertili
kelebeklerimizin içimize sığmayan
aşkları... ve özleyişleri... ve ayrılıkları
bundandır. Bundandır Efendim, bir kıyıda,
bir karanlık köşede tuzak kurmuş acılarla
yüzleştirilmesi kalbimizin ve pençelerle
yaralanması yüreklerin, bundandır...
Gül sözlüm! Öksüz yalnızlıklarımıza
bayramlık giysi diye dokunası ey!..
Seni umutlandık bunca yıl, bunca zaman,
yokluğunda sevgine sığınmakla dilendik
aman ha aman... Acıdan ve acıtan dağların
gölgeleri düşürüldüğünde bile içimize seni
umutlandık hep. Yürümelerimiz saydam
ölmelere çizikler attı; aynı yerde kalmalar
kara kaderlere silahlar çattı. Şenlik üstüne
beyhude şenliklerde yoruldu kentlerimiz
ve gecenin kapkara çırpınışlarıyla
düğümlendi kementlerimiz; kelepçelendi
hürriyet adına kimliklerimiz ve kalakaldık,
ilerleyemedik, tutulduk, vurulduk; Gül
sözlüm, Efendim vuruldukça vurulduk!...
Seküler umutlar sardı içimizi ve sonra
yaprak uysallığında girdi damarlarımızdan
korkular. Güzelliklerimizi düş kovalarıyla
kör kuyulardan çıkarmak yazıldı alnımıza.
Emellerimiz hep senden yana iken
umutsuzluğa açıldı sonunda ellerimiz.
Kabir şahidelerine yaslanmış öksüz ağıtlar
abandı leyl gecelerimizin üstüne; ay
nazarlık oldu, nazara geldik. Acemi
âşıkların arasına mahir cellatlar salındı,
öldük, mezara geldik. Yokluğunda
Efendim, yeni kesilmiş etler gibi
seğirmede şimdi dört bir yana yol şaşırmış
canlarımız; taze tuzak setler gibi her
cihetten seğirtmede yol aşırmış
kanlarımız. Acemi nağmelere ipoteklenip
kalmış Efendim neyler, ve karaya vurmuş
adalar kadar şaşkın ve çaresiz her şeyler...
Beyaz güvercinleri avlayan azgın kediler
pusu üstüne pusu kurmada hâlâ; ve sürur
çağında kadim hatıraların taziye giysili
kösü vurmada hâlâ. Seni umutlandıksa
Efendim, yokluğunda sevgine tutunduksa,
bundandır hep Efendim... Efendim....
***
Gül yanaklım! Kadehi evvelde nur aslından
ve beşer neslinden dolan ey!..
Dolunay olup parlamıştın hani bir tepenin
ardından, üstüne zamanın; umut
olmuştun, sevinç olmuş, muştu
olmuştun!. Biz, şarkısını söyleyip ağlaşırız
hâlâ o sevincin, ve hayal ederiz o gelişi,
düşünür, düşleriz hâlâ Efendim... Düşleriz
ki belki gelesin yeniden hayatımıza, ve
doğasın kimliklerimize!.. Gel Efendim,
kara bulutların altında denizleri sel basıyor
sensiz. Semiz başaklarımızı cılız başaklar
yutuyor. Mirasın yüzünü ağartan ataları
unutturduk nesillerimize, duvarları ve
evlerini zalim sarmaşıklara yutturduk
sonra. Tenha gecelerde damla damla
mendillere dökülen sırlar nesholundu
birden, hayatımızın anlamı anlamsızlaştı,
kalakaldık. Sensizlikte ferze çıkan
piyadelerimizin şah huzurunda kılıçlar
vuruyor artık boynunu; kalelerden atlar
boşanıyor dört nala çaresiz ve sessiz... Ve
Sinimmar, Münzir’e bir saray yapıyor
yokluğunda Efendim; zulümlerin
saraylarını yazık ki müminlerin yapıyor!..
Gül dudaklım! Zincire hürriyet, müştâka
su, canlara cânân olan ey!..
Doğ içimize, kuşat bizi Efendim; gir
kalbimize yaşat bizi... Güneş ki Efendim,
yokluğunda her gün yeniden geliyor
üstümüze ve her gün yeniden arıyor senin
izini, izinin tozunu, tozunun sözünü,
sözünün özünü köhne hayatlarımızda...
Milim milim tarıyor karanlıklarını dünyanın
şafaktan ta şama değin ve gönül gönül
soruyor âşıklarını seherden akşama değin.
Akşam ki akşam oluyor, Mi’raçta hoş
gelişlerine güller serpen İsa Ruhullah’a
açıyor derdini kara rengiyle ağlayıp; ve
birlikte bizi ağlaşıyorlar ta fecre kadar. Her
seher bir daha, her sabah yeniden
başlıyor yolculukları güneşlerin; ve her
akşam yeniden ağlayışlar, yokluğunda
Efendim... Doğ içimize de; bir damlası
olsun bizim gözlerimizde rahmete dönsün
ağlayışların ya Resul!... Ve avare âşıklar
gibi düşelim yollarına; Varalım kûy–ı
dilârâya gönül Hu diyerek / Gidelim
kûyuna yârin bir içim su diyerek. Arayalım
sonunda izini, izinin tozunu, tozunun...
Sevgili!...
And olsun, bunca tufan, bunca
duruşmada... Burada durup burada
çürüyecek olsak da... Sevgilerin boynunu
giyotinlere düşüren hasretinle... Ağaçtan
koparılan yongalar misali kıvranarak...
Sana naatlar söyleyecek, tazarrular
diyeceğiz...
Sevdiklerin hatırına, gelecek olan gün
geldiğinde, bizleri de hatırlar mısın!..
Berceste
Gül gülse daim, ağlasa bülbül aceb değil
Zira kimine ağla demişler kimine gül
Bakî
 
 
 
İskender Pala

Hekimoğlu İsmail'in kaleminden..



Beğenilmek uğruna ,
Allah ’ a isyan ettiğimiz
oluyor mu ?
İhlasın özü bir işi Allah rızası için
yapmaktır. İnsanın duyguları çeşitli olduğu
için beklentileri de çeşitlidir. Belki onlarca
beklentisini bir kenara iterek yalnız ve
yalnız Allah rızası için ibadet edecek.
...
Allah’a kul olmak isteyen Müslüman,
şartlar ne olursa olsun Allah’a itaat
edecektir. Yapması gereken işin gelir-
giderini, zarar-faydasını hesap etmeyecek,
“Allah böyle emretti, ben de böyle
yapacağım! Gerisi ne olursa olsun.”
diyecektir. İşte böyle düşünülürse, her
Müslüman bulunduğu yerde tuba ağacı
olur. Meyveleriyle, yani Allah için attığı
her adımla bulunduğu ortamda herkese
örnek olur, İslamiyet’i sevdirir.
İslamiyet’e ayna tutabilmek ve İslam’ı
temsil edebilmek en yüce mertebedir.
Zerre kadar ihlaslı amel, batmanlarla
ihlassız amelden üstündür. Fethullah
Gülen Hocamın buyurduğu gibi; “Amel bir
cesetse, ihlas onun ruhudur.” Yani ihlasla
yapılmayan amelin bir kıymeti yoktur…
İhlasla yapılan her iş devam eder,
bereketli olur. Bu şuurla çalışan insan
yorgunluk, bıkkınlık hissetmez. Hissetse
de o badireleri atlatır. Çevresindekilere
küsmez, beklentilerini sıfırlar ve kendini
reklam etme sevdasına düşmez. Şimdiye
kadar pek çok kişiyle müşterek
çalışmalarım oldu. Münakaşa ve ihtilaflara
en çok sebebiyet verenlerin, kendini
göstermek sevdasına düşenlerin
sivrilmeleri olduğunu gördüm. Bir
arkadaşa, “Şu işi şöyle yapsan daha iyi
olur.” dediğimizde bile canı sıkılıyor, “Ben
biliyorum!” diyor. Çünkü insanda kendini
beğendirme, üstün olduğunu gösterme,
insanları yönetme duygusu vardır. Belki
uzun tecrübelerin ve kemalatın sonunda
bu halden vazgeçebilir…
İnsanların ekserisi beğenilmek ister.
Bunun için herkesin hoşuna gidecek şeyler
yaparlar. Mesela modaya uyup kendini
halka beğendirmeye uğraşır. Halk, Hakk’a
isyan etmişse, o da bu isyana katılır. Hem
Allah der, hem de beğenilmek uğruna
Allah’a isyan eder. O’nun emirlerini
dinlemez, cemiyetin isteklerine ayak
uydurmaya çalışır. Çoğu kere evler, halkın
istediği gibi döşenir. Komşuda, akrabada
olan eşyalara imrenilir. İhtiyaç olanı değil,
süs eşyasını almak için olur olmaz borçlara
girilir. Bazen din feda edilir; karşılığında
mal-mülk alınır. Bunun tek sebebi, kendini
beğendirmektir…
Sokaklar, kendini beğendirmek isteyen
insanlarla doludur… Kıymetsiz kişilere,
kendimizi beğendirmek isteriz. Takdir ve
tebriklerinden memnun oluruz. Alkışlarını
en büyük hediye olarak kabul ederiz.
Başkalarının onayını alınca, dünyalar bizim
olur. Fakat “Allah bu halime ne diyor,
Allah bu halimden memnun mu?” Bunu
çok kere düşünmeyiz…
Şimdi şu yaşımda düşünüyorum da; 80
senelik ömrümde Allah için bir şey
yaptımsa o bana yeter. Yapmadımsa, kimi
memnun etmeye uğraştıysam onu da
memnun edemeden ahirete gideceğim…
Çünkü mesele çok net; Peygamber
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuş ki: “Ameller
(başka değil) ancak niyetlere göredir;
herkesin niyeti ne ise eline geçecek
odur.”
 
 
Hekimoğlu İsmail dede..


 


 
 
" Bir kişiye olsun içimdekileri dökebilsem. ."