25.05.2011


Bismi-nûr…
‘Yasin’ serinliğiyle,
Bir avuç toprağı katran gözlere üfüren gecenin mukaddes meltemine;
Nur-ul Envâr’ı basıp bağrına, siyahı üzerine çeken karanlık geceye;
Mübarek bir yatağın, ölüm kokan yanında nefes alan aşk’a, Es-selam!
 
Melekler toplarken arşın yıldızlarını,
Gecenin yüreğine düşer aşk, bir sırrın metanetiyle…
Fasl-ı gül serinliği gelir mavera’dan bâdiye’ye;
Buseler bırakırken Nebi’nin ayaklarına…
Hicran örtüsünü giyinir Kâ’be;
Hüzün, Makam-ı İbrahim’den sonsuzluk ötesine bakarken…
Mühürlenmiş kalpler dehlizini ağıyla kapatır örümcekler,
Bir ağ öteye geçemeyen âma yüreklerin ayaklarına takılır düşer irade…
Sevr’in sinesinde atarken kâinatın kalbi,
Güvercinlerin kanatları arasında okunur kutlu risale…
Özlemi uyandırılır, çığlıklar koparır bir lehfan, topuklar ardında…
Aşk’ın zehriyle süzülünce Ebu Bekir’in yanaklarından acı,
Öper Nebi’yi yılan damla damla,
Delikten bakan mahcup gözleriyle…
“Elif, Lam, Ra…”
Esince kâinat nefesi bağrına Yesrib’in,
Okur melekler en mukaddes aşk’ı kulağına Medine’nin…
Birbirini kucaklarken İslam’ın çocukları, çekilir hüzün sevincin heybetiyle…
Aşk tepelerinden dolunay doğar beşeriyetin şeb yüzüne…
Takvimler sıfırı çekerken, dirilir toprağın ölü gülleri..
Ruhumun minberinde Muhacir yürekli, ensar gönüllü bir aşk/ın derinliğindeyim..
Mekke karanlığından, Medine aydınlığına hicret eder ruhum,
Bir örümcek hassasiyetiyle işlenmiş duyguların serinliğindeyim..
 
 
 
Kadim Dolunay
 
                         



Aşk’a, “ah” ile başlarken…
 
Üveysi özlemlerin kırıntısıyla beslenir yüreğim sahra dehlizinde..
Yusufi kuyularda kaderden kazaya düşerken,
Eyyûbi sabırlarla beklerim, beni kalbinin sultanlığına çekecek ipi..
Fasl-ı gül’de aşık turnalar ırmaklara muştularla akarken,
Adını satırlara gizlerim gözlerin yıldızları merhabalarken..
Zeytin gözlerinden gecelere yıldız düşsem Fatıma!
(…)
Abdestini aldığımız aşk’da üç defa kalbime seni çekerken,
Her hükmü meshederim başıma, Hamd-ü senalarla..
Kelamların en güzelini okurken “aşk aşk” diye,
‘Niyet ettim Rabbimin Rızası İçin Sevmeye’ dedik hayâ kapısında yâr..
(…)
Sen yürüyünce gül nazı adımlarla,
Attığın her adıma karşılık sayfalarıma bir ‘harf’ düşer…
Her harfin damarında sen dolaşırken,
Özlemler kabarır, dudaklarımın arasına bir ‘ah’ düşer…
Gözbebeklerinde okununca aşk bir ikindi vakti,
Her cümlenin sonuna bir ‘sen’ düşer…
(…)
Hicranlara mersiyeler okurken dilim,
‘inşaAllah’ der, ‘amin’lerle noktalarım her cümleyi..
Hafâza melekleri şahit olsun sırrımıza..
Bu aşk’ın meali bensem, tefsiri sensin Fatıma!




Kadim Dolunay

Hüzün 14
Men heç kesem!
Yoksul bir babanın çaresizliğiyle yaşadık hayatımızı. Her bayram, başkasının eline bakan çocuğun gözleri gibi dokundu yüreğimize. Çalıştık, hakkını en iyi biz verdik yediğimiz lokmanın; lakin güç yetiremedik sefaletimize.
En sona saydılar bizi, yine de ezilmedi içimiz, sadece bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde...
Tek başına yere düşen bir kar tanesi gibi yaşadık hayatımızı. Eriyip suya döndük; serinlik olalım diye kendi yüreğimize. Kılı kırk yardık tabiri caizse, bir siyah karıncanın ayak sesleriyle irkildik her gece. Artık dayanacak ne mecalimiz kaldı, ne de bir çift sözümüz; yalnızca bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde.
Dönüşü iptal edilen bir gurbet yolculuğu gibi yaşadık hayatımızı. Bütün acılara sımsıcak bir yer açtık yüreğimizde. Her gece rüyalarımıza dokunurdu sahipsiz çocuklar şehrin en kuytu yerlerinde. Boynumuz kıldan inceydi, eğildik; bin yıllık yorgunluğun uykusu vardı gözlerimizde.
Her konakta baskın yiyen bir kervan gibi yaşadık hayatımızı. Vardığımız kapılardan bir od düştü yüreğimize. Bir ele beş parmak zannederdik kendimizi, tespih taneleri gibi dağılıp yitmeden önce. İşlediğimiz her günahı iptal edecek bir pişmanlıktı aradığımız; ve sadece bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde.
Etrafı tellerle çevrili kampta bir mülteci gibi yaşadık hayatımızı, sevdalardan önce kurşunlar değdi yüreğimize. Gelinlik miydi o genç kızların giydiği yoksa kefen mi?Bir kişi bile katılmadı kimsesizliğimize...
Yalnızca bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde...
İşgal altındaki bir şehir gibi yaşadık hayatımızı. Her akşam güneş batmadan daha, bütün korkularımızı gömerdik yüreğimize. Bizdik elinde sapanlarla nöbete kalkan, her birimiz bir taş olup atılırdık tankların üzerine. Bir küçük çocuktu, yanı başımızda vurdular. Alınacak âhı kaldı üzerimizde, bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde...
Hiç akla gelmeyen bir cevap gibi yaşadık hayatımızı. Sormadılar söyleyemedik, her ağuya bir bal vardı yüreğimizde. En zor Filistin ve Çeçenya’da öldük, ellerimiz arkadan bağlı ve zalimlerin ayak izleri üzerimizde.
Rengi siyaha çalan kederler biriktirmiştik bir de.
Bir de bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde...
Kuraklık günlerinde yağan yağmurlar gibi yaşadık hayatımızı. Islanan toprağın kokusu dolardı yüreğimize. Bizdik yeni doğan bebeklerin yüzündeki tebessüm. En güzel masalları biz söylerdik uykuya geç kalan çocukları gördüğümüzde. Bir kendi yüreğimizdi avutamadığımız; ve bir de bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde.
En deli fırtınalarda bir deniz gibi yaşadık hayatımızı. Asude bir liman olurduk, martılar sığınırdı yüreğimize. Ne ayın güzelliğini inkar ettik geceleri, ne de bir ihanet gördü dostlarımız bizden; sadece bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde...
Hasta yatağında doktorunu bekleyen biçare gibi yaşadık hayatımızı. Her sözden bir umut devşirdik yüreğimize. Bizdik dilimizde şifa dualarıyla odaları dolaşan ve bir sıcak çay, bir yudum su, bir demet çiçek. Çocuğuna ağlayan ananın elleriyle toprağa koyduk hevesimizi,
Sadece bin yıllık yorgunluğun uykusu kaldı gözlerimizde...
Oluğundan serin sular içilen bir pınar gibi yaşadık hayatımızı. Her yenilgiye karşı bir zafer büyüttük yüreğimizde. Amansız bir yaraydı sevdamız, her bahar yeniden depreşirdi çiçeklerle. Aşk, yeni doğan ayın sesine gizlenirdi bazen; bizim gündüz vakitlerindeki haraplığımız bu yüzden.
Bu yüzden bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde...
Hep birlikte söylenilen nağmeler gibi yaşadık hayatımızı. Mutluluk, yatağına sığmayan bir ırmak olup akardı yüreğimizde . Ömrümüzden ömür alıp götürse de zaman, dağ gibi arkadaşlarımız kaldı geride. Gün oldu bir çift güzel kelam ile ağırladılar bizi, gün oldu içimizde kanayan yarayı dindirdiler. Sabah vakitlerini bekleyen kelimelere yaslandık birlikte, bu yüzden bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde...
Bazen, topraktan yeni uç veren çayırın yeşiline takılıp kalır gözlerimiz; kanadını çırpmadan havada süzülen kuşun yeryüzü ile ahengine hayret ederiz; sokakta ip atlayan küçük kızlar çocukluğumuza götürür bizi tutup elimizden; bizi hapsettiği hücreye mahkum kalan gardiyanın çaresizliğine dahi üzülürüz; damarlarımızdaki kan çekilir güngörmüş bir ihtiyarı avuç açıp dilenirken gördüğümüzde; bir öfke bile yetmez temizlemeye şehirlerin pisliğini; peşimizi bırakmaz sevdalar biz bırakıp gitsek de; oturup bir kelimenin etrafında, sohbet ederiz günlerce.
Bazen, bir kelebeğin kanadındaki renkler bile yetmez yüreğimize; ay, sadece ışık yansıması olarak düşer gecelerimize; ne gülün rengindeki pembe, ne de çakır gözlü çocukların çıplak ayaklarındaki yoksulluk girer düşlerimize; bir kendi derdimiz vardır dünyadan büyük ve bir de şeytanın oynadığı oyun bizimle.
Hepsi bitecek bir gün.
Saz kırılacak ve türkümüzü hatırlamayacak hiç kimse. Bitecek, bir teselli peşinde koşturduğumuz ömür. Kapanacak gözümüzü açık tutan perde.
Son bir söze bile mecalimiz kalmayacak belki gözlerimiz kapanmadan önce.
Ama, bir ömür aradığımız o ses, inceden inceye fısıldayacak kulaklarımıza sırrı sessizce: “Men heç kesem! Heç kesem!”


                                                                   CAN DEMİRYEL

24.05.2011

FATİHA SURESİ.....


Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1- Hamd Alemlerin Rabbinedir.

2- Rahman ve Rahimdir.
...

3- Din gününün malikidir.

4- Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz.

5- Bizi doğru yola ilet;

6- Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna

7- Gazaba uğrayanların ve sapmışlarınkine değil...

AMİN....

Kays, gezinir sokaklarında Bağdat’ın, Mecnun misali.. Bir adamla karşılaşır..
Adam yazı yazmaktadır duvara.

“LEYLA U MECNUN”..

......

Şaşırır Mecnun. Yanaşır adamın ve duvarın yanına..

Sorar adama ne yapmaktasın diye.

Adam: “Bunların aşkı öyle büyük ki yazmak istedim” der, duvara..

Mecnun, yerdeki duran başka bir fırça ile duvara yazılı adını siler..

Adam şaşırır. Sorar Mecnuna: “Ne yapmak istediğini?”.

Mecnun yine aynı Mecnun, verir cevabını :

“Aşk’ın içinde Mecnun olmadı hiç.. Aşk hep Leyla idi.. “

"LEYLA U MECNUN"

Kays, gezinir sokaklarında Bağdat’ın, Mecnun misali.. Bir adamla karşılaşır.. Adam yazı yazmaktadır duvara. “LEYLA U MECNUN”.. Şaşırır Mecnun. Yanaşır adamın ve duvarın yanına.. Sorar adama ne yapmaktasın diye. Adam: “Bunların aşkı öyle büyük ki yazmak istedim” der, duvara.. Mecnun, yerdeki duran başka bir fırça ile duvara yazılı adını siler.. Adam şaşırır. Sorar Mecnuna: “Ne yapmak istediğini?”. Mecnun yine aynı Mecnun, verir cevabını : “Aşk’ın içinde Mecnun olmadı hiç.. Aşk hep Leyla idi.. “


Ey AŞK!
Ne olur bükme boynunu, gafiller seni ayaklar altına alsa da cevherliğinden bir şey kaybetmezsin..
Oysa neye talipsin, nerelerde tüketilmektesin..
Elmas çamura düşse de elmastır iyi bilirsin!
Olsun,
...o kadar insan içinde biri dahi seni yaşasa yeter bilmez misin?
Sen Hz. Muhammed (sav) libâsı giydin yâ daha ne istersin..
Sen köle diye değer biçilsen de Hz. Yusuf (as) gibisin, âşıklar nezdinde kantara gelmezsin..
Ey Gönül!
Ne tuhaf değil mi?
Bir ömür şah damarımızdan daha yakın bir Sevgili'yi (cc) aramakla geçiyor..
Hem de tüm mahlukatı vasıtasıyla eşsiz ve sayısız esmâları vesilesiyle durmadan bizi kendine çağırmakta iken!
O, hem çok yakın hem de çok uzak olmayı imtihan hikmetine bina etmiş anlasana!
Hiç deryada yüzen balık deryayı arar mı?
Aslında O'nu aramıyoruz,
O bizi kendine çağırıyor;
işin özü O farkedilmek istiyor...
Ey Gönül!
Eğer Aşk meşrebinde yolculuğa çıkacaksan,
bütün ön yargılarını ve bildiklerini silmeyi göze alacaksın..
Bu yolda her şeyi Aşk tanımlar,
her yönün gâyrı Aşkın ardınca adımlar;
âşık, bütün dinlerden ve meşreplerden güzellik adına hissesini alır;
o yüzdendir ki Aşk,
her dilden,
dinden,
kültürden
ve cinsten insanın teveccühünü kazanır...
Ey Gönül!
AŞK yolu öyle bir yoldur ki,
yürümeye başladın mı bir kere her adımdan kendinden olursun..
İlerledikçe benliğinden kurtulur,
varlığından son bulursun..
Öyle ki ben kalmaz artık,
her şeyinle Sevgili gibi durursun..
AŞK üzerine ne kadar okursan oku ve ne kadar bilirsen bil anlıyor musun;
Aşk yine de bir sarmaladı mı seni yapacağını yapar biliyorsun?..

23.05.2011




El...vereni var; alanı var...Kimisi karıştırır; kimisi düzeltir.
Duaya duranı var; bedduaya duranı...
Yumruk olanı var; baş okşayanı...
Her işe koşanı var; her işten kaçanı...
"Hep bana!" diyeni var; al sana diyeni...
Elleriniz hangi ellerden?


Hayırlı bir kişinin eli olmaktır her elin istediği; ama...
sahibi "el" olup gidince... eller ne yapsın...

"Evvel sen de yücelerden uçardın"


Evvel sen de yücelerden uçardın
Şimdi enginlere indin mi, gönül
Derya, deniz, dağ, taş demez geçerdin
Karada menzilin aldın mı, gönül

Yaşamak umut etmekle birebir alâkalı bir şey. İçimize kodlanmış fıtrî bir bilgi gibi olmalı ki bu, bebek elleri sıkı sıkı kavrıyor oyuncakları, ya da ağzına götürüyor bulduğu tatlı tatsız ne varsa, herşeyi...

Çoğu kez her kavrayış, çabucak bir bırakışla son buluyor. Belki dikkatleri çekecek bambaşka bir şey buluyor, bırakıyor. Belki bir türlü erişemiyor, ulaşamıyor, kavuşamıyor, bırakıyor. Belki tüketiyor da bırakıyor. Çünkü,

innel-insâne huliqa helû'â 70:19 Şüphesiz insan, çok hırslı ve sabırsız yaratılmıştır izâ messehuş-şerru cezû'â 70:20 ona şer dokunduğunda sızlanıcıdır veizâ messehul-hayru menû'â 70:21 hayır dokunduğu zaman da cimridir İşte ilk başlarda pek bir yücelerde geziniyor gönül. Amma ve lâkin imtihan dünyası burası... Ulaşamamak, ulaşmaktan daha olası... Erişememek, erişmekten daha terbiye edici...

Yiğitliğin elden gitti yel gibi
Damağımda tadı kaldı bal gibi
Hoyrat eli değmiş goncagül gibi
Bozulmuş bağlara döndün mü, gönül

Sanmamalı ki, "yiğitliğin gidişi" bir tek yaşlılık ile... Nerde... Evet, yaşlılık da yiğitliğin bir çeşit gidişi ama bu öyle birşey ki, ondan evvel de defalarca gidiyor. Gönül yücelerden uçtukça, gitmeye de mahkum. Çünkü dünyada yıkılmayacak tek yer dümdüz olmuş virâneler. Niye yıkılıyor herşey, neler oluyor, dersek... Herbirinin görünen sebebi o nâzenin goncagüllerin yapraklarını dağıtan hoyrat eller. Ama herbirinin ardından yine biliyoruz ki, "cümle işler Hâlik'indir, kul eliyle işlenir". Hoyrat eller kendi imtihan sonuçlarına yansınlar, bu onlara yeter:

yevme lâ yugnî mevlen 'an mevlen şey-en 44:41 o gün bir dostun bir dosta hiç faydası olmaz velâ hum yunsarûn ve onlar yardım olunmazlar Şu denî dünyada gönül yeterince şanslıysa, menzilini o yana döndürüyor. Bilmediği cenneti istiyor. Hayal bile edemiyor ama olsun. Seziyor.

Hasta oldun yatağını istersin
Kadir Mevlâm sağlığını göstersin
Cennet-i âlâdan bir köşk dilersin
Boynunun farzını kıldın mı, gönül

Dünya nasıl?

leqad halaqnel-insâne fî kebed 90:4 İnsanı gerçekten bir meşakkat içinde yarattık. Ve dahi gönle ne sürûr veriyor?

feveqâhumullâhu şerra zâlikel-yevmi 76:11 Allah da, o günün şerrinden onları korur veleqqâhum nadraten vesurûrâ ve bir parlaklık ve sevince kavuşturur.
Karacaoğlan der ki, söyle sözünü
Hakka teslim eyle kendi özünü
El içinde karalama yüzünü
Yolun doğrusunu buldun mu, gönül

Daha söylenecek söz kalmıyor:

fesebbih bihamdi rabbike vestagfirhu 110:3 Artık Rabbine hamd ile tesbih et ve O'ndan mağfiret dile!

Vesselam.