25.05.2011


Hüzün 14
Men heç kesem!
Yoksul bir babanın çaresizliğiyle yaşadık hayatımızı. Her bayram, başkasının eline bakan çocuğun gözleri gibi dokundu yüreğimize. Çalıştık, hakkını en iyi biz verdik yediğimiz lokmanın; lakin güç yetiremedik sefaletimize.
En sona saydılar bizi, yine de ezilmedi içimiz, sadece bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde...
Tek başına yere düşen bir kar tanesi gibi yaşadık hayatımızı. Eriyip suya döndük; serinlik olalım diye kendi yüreğimize. Kılı kırk yardık tabiri caizse, bir siyah karıncanın ayak sesleriyle irkildik her gece. Artık dayanacak ne mecalimiz kaldı, ne de bir çift sözümüz; yalnızca bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde.
Dönüşü iptal edilen bir gurbet yolculuğu gibi yaşadık hayatımızı. Bütün acılara sımsıcak bir yer açtık yüreğimizde. Her gece rüyalarımıza dokunurdu sahipsiz çocuklar şehrin en kuytu yerlerinde. Boynumuz kıldan inceydi, eğildik; bin yıllık yorgunluğun uykusu vardı gözlerimizde.
Her konakta baskın yiyen bir kervan gibi yaşadık hayatımızı. Vardığımız kapılardan bir od düştü yüreğimize. Bir ele beş parmak zannederdik kendimizi, tespih taneleri gibi dağılıp yitmeden önce. İşlediğimiz her günahı iptal edecek bir pişmanlıktı aradığımız; ve sadece bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde.
Etrafı tellerle çevrili kampta bir mülteci gibi yaşadık hayatımızı, sevdalardan önce kurşunlar değdi yüreğimize. Gelinlik miydi o genç kızların giydiği yoksa kefen mi?Bir kişi bile katılmadı kimsesizliğimize...
Yalnızca bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde...
İşgal altındaki bir şehir gibi yaşadık hayatımızı. Her akşam güneş batmadan daha, bütün korkularımızı gömerdik yüreğimize. Bizdik elinde sapanlarla nöbete kalkan, her birimiz bir taş olup atılırdık tankların üzerine. Bir küçük çocuktu, yanı başımızda vurdular. Alınacak âhı kaldı üzerimizde, bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde...
Hiç akla gelmeyen bir cevap gibi yaşadık hayatımızı. Sormadılar söyleyemedik, her ağuya bir bal vardı yüreğimizde. En zor Filistin ve Çeçenya’da öldük, ellerimiz arkadan bağlı ve zalimlerin ayak izleri üzerimizde.
Rengi siyaha çalan kederler biriktirmiştik bir de.
Bir de bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde...
Kuraklık günlerinde yağan yağmurlar gibi yaşadık hayatımızı. Islanan toprağın kokusu dolardı yüreğimize. Bizdik yeni doğan bebeklerin yüzündeki tebessüm. En güzel masalları biz söylerdik uykuya geç kalan çocukları gördüğümüzde. Bir kendi yüreğimizdi avutamadığımız; ve bir de bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde.
En deli fırtınalarda bir deniz gibi yaşadık hayatımızı. Asude bir liman olurduk, martılar sığınırdı yüreğimize. Ne ayın güzelliğini inkar ettik geceleri, ne de bir ihanet gördü dostlarımız bizden; sadece bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde...
Hasta yatağında doktorunu bekleyen biçare gibi yaşadık hayatımızı. Her sözden bir umut devşirdik yüreğimize. Bizdik dilimizde şifa dualarıyla odaları dolaşan ve bir sıcak çay, bir yudum su, bir demet çiçek. Çocuğuna ağlayan ananın elleriyle toprağa koyduk hevesimizi,
Sadece bin yıllık yorgunluğun uykusu kaldı gözlerimizde...
Oluğundan serin sular içilen bir pınar gibi yaşadık hayatımızı. Her yenilgiye karşı bir zafer büyüttük yüreğimizde. Amansız bir yaraydı sevdamız, her bahar yeniden depreşirdi çiçeklerle. Aşk, yeni doğan ayın sesine gizlenirdi bazen; bizim gündüz vakitlerindeki haraplığımız bu yüzden.
Bu yüzden bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde...
Hep birlikte söylenilen nağmeler gibi yaşadık hayatımızı. Mutluluk, yatağına sığmayan bir ırmak olup akardı yüreğimizde . Ömrümüzden ömür alıp götürse de zaman, dağ gibi arkadaşlarımız kaldı geride. Gün oldu bir çift güzel kelam ile ağırladılar bizi, gün oldu içimizde kanayan yarayı dindirdiler. Sabah vakitlerini bekleyen kelimelere yaslandık birlikte, bu yüzden bin yıllık yorgunluğun uykusu gözlerimizde...
Bazen, topraktan yeni uç veren çayırın yeşiline takılıp kalır gözlerimiz; kanadını çırpmadan havada süzülen kuşun yeryüzü ile ahengine hayret ederiz; sokakta ip atlayan küçük kızlar çocukluğumuza götürür bizi tutup elimizden; bizi hapsettiği hücreye mahkum kalan gardiyanın çaresizliğine dahi üzülürüz; damarlarımızdaki kan çekilir güngörmüş bir ihtiyarı avuç açıp dilenirken gördüğümüzde; bir öfke bile yetmez temizlemeye şehirlerin pisliğini; peşimizi bırakmaz sevdalar biz bırakıp gitsek de; oturup bir kelimenin etrafında, sohbet ederiz günlerce.
Bazen, bir kelebeğin kanadındaki renkler bile yetmez yüreğimize; ay, sadece ışık yansıması olarak düşer gecelerimize; ne gülün rengindeki pembe, ne de çakır gözlü çocukların çıplak ayaklarındaki yoksulluk girer düşlerimize; bir kendi derdimiz vardır dünyadan büyük ve bir de şeytanın oynadığı oyun bizimle.
Hepsi bitecek bir gün.
Saz kırılacak ve türkümüzü hatırlamayacak hiç kimse. Bitecek, bir teselli peşinde koşturduğumuz ömür. Kapanacak gözümüzü açık tutan perde.
Son bir söze bile mecalimiz kalmayacak belki gözlerimiz kapanmadan önce.
Ama, bir ömür aradığımız o ses, inceden inceye fısıldayacak kulaklarımıza sırrı sessizce: “Men heç kesem! Heç kesem!”


                                                                   CAN DEMİRYEL