7.06.2013

Dilimi değdirdiğim yere Kalbim yetişir mi?

 

 Korkuyorum. Dilim kolayca dolanıyor
süslü kelimelere. Büyük laflar
damağımın her yanına yapışmış gibi.
Dudağımdan sözler yâr yüzünden
düşen yaşmak gibi kayıveriyor göğe.
Göğsünde taşıdığını bilmiyor gibi,
içinde büyüttüğünü tanımıyor gibi
heceler. Ayrılık sözleri dilimden eksik
...
olmuyor. Ölümü sıkça anıyorum belki.
Hasret, hüzün, keder, sızı, sancı, ağrı,
ölüm, ayrılık, özlem birer kelime
sadece… Dile dokunduğunda
acıtmıyor, kulağa vurduğunda can
yakmıyor.
Bunlar sözler, sadece sözler, sadece
sözler. Ağzımda kolayca
yankılanıyorlar. Bir çok kulağa
çarpıyorlar. Belki bir kaç kalbe de
iniyor. Havada asılı duruyor sesler.
Harflerin zincirine tutunuyor sözler.
Dört harf “ölüm ve sadece iki hece.
“Ölüm” derken, kelimenin tam
ortasında dil damağa değiyor.
Bitirdiğinde dudak dudağa kavuşuyor.
“Ölümmmm.. Buluşuyor dil ve damak.
Isınıyor dudaklar, kavuşuyor. Kolay
ölüm… bu kadar kolay. Demesi kolay..
Ya olması ölümün. Ya dudakları
soğutması. Eşiğinde durmak son
nefesin nasıl bir tükenmişlik. Nice bir
yangındır ömrün bir nefese daha
yetmemesi.. Ölümün kendisini
ruhunla hecelediğin oldu mu? Ayrılığı
kıvrana kıvrana içtin mi hiç? Hasretin
tam ortasında kala kalıp zamanın kırık
cam parçaları gibi gırtlağına battığını
hissettin mi?
Korkuyorum. Yalancı olmaktan
korkuyorum. Dilimi değdirdiğim
yerlere kalbimi yetiştirememekten
korkuyorum. Dudaklarıma vuran
sözlerin tenimde iz bırakmadan
savrulması yalancı eder mi beni? Ya
herşeyimi yitirmiş ve geriye sadece
sözlerim kalmışsa? Kuru sözler, boş
sözler, süslü sözler, içinde kalp
olmayan kalp sözler…
Ölümün yüzüne yüzünü değdiren ne
çok yüzler oldu. Güldü mü ölüm
onların yüzüne? Gözleri ölümün gözleri
olunca neyi gördüler? Hangi hasretler
koşuştu dudaklarına? Yarınlar var diye
yarım kalmış işler, sonra söylerim diye
söylenememiş sözler, sırası değil diye
gecikmiş sevmeler ölümün eşiğinde
kimbilir nasıl haykırdı? Ölüm anında
susan dudak söyleyeceklerinin hepsini
söyleyememişti. Ölümün kollarında
açık kalan eller, sahip olunacakların
hepsini bitirmiş miydi?
Sözleri yok ölümün. Ne söylüyorsa
gözleriyle söylüyor. Bir ölünün
gözlerine yığıyor tereddütlerin hepsini.
Sessizce iniveren kirpiklerin ucuna
savuruyor geç kalmışlıkların hepsi.
Sanki ruhunu dudakları arasındaki ince
çizgiye biriktirmiş gibi ölümler, hem
hiç konuşmuyor hem hep konuşuyor.
Hayat gibi değil ölüm. Az konuşuyor.
Heceleri sessiz. Sözleri keskin. Benim
gibi sözlere tutunma sevdası yok
ölümün. Ömür boyu suskun. Bir kez
konuşur ve konuştuğunda en büyük
sözünü söyler. Ne kadar konuşsam ve
yazsam, ancak ölümün sözünü ederim.
Ölümün sözü, ölümün kendisi değil.
Bir beden ki, ölümün kırık hecesidir
her daim. Hücre hücre ölüme yazgılıdır
içinde yürüdüğüm bu gövde. Zamanın
her “tik-tak”ı uzaklıkların sinsi
habercisidir; çatlaklar açar aramızda,
içimizde.
Hayat, aslında hep ölümü anlatır
dinleyene. Hayat ölümle berbat olsun
diye değildir bu. Ölümün eşiğinde
yaşanan bir hayat daha çok anlam arar
kendine, daha çok heyecan bulur da o
yüzden. Ölümü bilirsen çerçeve
çizersin kendine. Bildiğin, beklediğin
bir son varsa, hayatı som bir altın gibi
işlemeye koyulursun. Ucunu açık
sanırsan, oyalanmaya durursun,
hoyratça savurursun, oyuna dalarsın.
Rüyanın rüya olduğunu bile unutacak
sahte bir uyanıklık içinde uyursun.
Uyanamazsın.
Buraya yazıyorum: en güzel, en içten
yazımı öldüğümde yazmış olacağım..
En sahici nasihatimi, en umulmadık
haykırışımı cenazem söyleyecek sana.
Hayata nokta koyduğumda yüreğine
çelikten sözler dikmiş olacağım.
Çelikten sözler.. Ezsen de
unutkanlığınla, kalbinin odacıklarında
bir yerde suskun bir tohum gibi
patlamayı bekleyecek. Hiç
beklemediğin anda çiçekler açacak,
buruk meyveler sunacak.
Sen sus ey ölüm.Ben sana hece hece
yaklaştıkça, sen bigâne kal. Ben
kelimelerle yoluna tuzak kurdukça,
sen suskunlukların ardına kaç. Ben ele
avuca sığdırmaya çalıştıkça seni, sen
perdeler ardına saklan. Sen sus ki,
bana söz söylemek kalsın.Yalan sözler.
Kuru sözler. Ağız dolusu. Dil bulaşığı.
Yüreksiz sözler. Sözler kalsın.
Yalanı dilimden uzak eyle Rabbim!
Senai Demirci